25 Nisan 2015 Cumartesi

Seddülbahir Cephesi

Seddülbahir Cephesi, Çanakkale Savaşı'nın bir parçası olan Seddülbahir Çıkarması, 25 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir bölgesine beş ayrı noktadan yapılmıştır. Her iki tarafın da ağır kayıpları ile sonuçlanan saldırılar yapılmıştır. Sonuç olarak Haziran ayının sonlarında Osmanlı güçleri ilerlemeyi durdurmuş ve çıkarma başarısız olmuştur, daha sonra bu bölgede savaşın sonuna kadar kısıtlı ve etkisiz siper çatışmaları devam etmiştir.


Savaş öncesi

Gelibolu Harekatı için General Sır Ian Hamilton emrine verilen kuvvetler, 75 bin kişilik bir kuvvettir. Bu kuvveti oluşturan unsurlar şu şekildedir.
  • Anzak Kolordusu 25.700
  • 29. İngiliz Tümeni 17.000
  • 1. Fransız Tümeni 16.700
  • 1. İngiliz Deniz Piyade Tümeni 10.800
  • Anzak Tugayı 4.800
General Hamilton ve Müttefik yüksek komutanlığı çıkarmayı, yarımadanın güney ucunda yapmayı kararlaştırmıştır. Ancak 75 bin kişilik bu kuvvetin Seddülbahir Cephesi'ndeki dar kumsallara çıkartılma olanağı yoktu. Bu yüzden Anzak Kolordusu için başka bir çıkarma sahası belirlenmişti. Bu saha, Kabatepe ile Arıburnu arasındaki sahildir. Dolayısıyla Seddülbahir Cephesi'ne çıkartılan kuvvetler, General Hamilton emrindeki Anzak Kolordusu dışındaki unsurlardı.

Osmanlı savunma düzeni

Gelibolu Yarımadası ve Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasının savunmasından sorumlu 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders, emrindeki kolordulardan 3. Kolordu’yu Gelibolu Yarımadası’nda, 15. Kolordu’yu ise Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında tertiplenmiştir. 3. Kolordu’nun 5. ve 7. Tümenleri Saros Körfezi kıyılarında, (yarımadanın en dar kesiminde) 9. Tümen’ini ise Gelibolu Yarımadası’nın en güney bölgesinde konuşlandırmıştı. 5. Ordu ihtiyatındaki 19. Tümen ise Gelibolu Yarımadasının orta kesiminde tutulmaktaydı.
Gelibolu yarımadası’nın güney kesimi, Albay Halil Sami Bey komutasındaki 9. Tümen’in görev bölgesidir. Bu bölüm, Yarımadanın kuzey-batı sahilindeki -Arıburnu’nun kuzeyindeki- Azmakdere’den başlayıp güney-doğudaki morto Koyu’nun doğusundaki Eskihisarlık sırtlarına uzanıyordu. Burada Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı’nın Rumeli yakasındaki topçu kanadına dayanıyordu. 9. Tümen’in sorumlu olduğu kıyı şeridi yaklaşık 35 km. uzunluktadır.
9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey, Mareşal Liman Von Sanders’in talimatı gereği birliklerinin ağırlıklı bölümünü derinlikte tutmaktadır. Sorumluluk bölgesinin kuzey kesimine ayrılan birlik, Yarbay Şefik Bey'in komutasındaki 27. Alay'dır. Alay'ın ikinci taburu Azmaktepe - Çamtepe arasındaki 12 km.lik kıyı şeridine yayılmıştır. Alay'in diğer iki taburu ise Eceabat batısındaki zeytinliklerde, ihtiyat olarak tutulmaktadır. Alay'ın dört tüfekli bir ağır makineli tüfek bölüğü bulunmaktadır. 2. Tabur, üç bölüğünü kıyılara yerleştirmiş bir bölüğünü de Kabatepe'nin 1,5 km. doğusuna ihtiyata almıştı. Alay komutanının Kabatepe'ye özel bir önem verdiği ortadadır. Öncelikle bu tepenin hemen kuzeyinde 1 km. genişlikte, çıkarma için çok uygun bir kumsal bulunmaktadır. Bu kumsala yapılacak çıkarma, tehlikeli derinlikte yelpaze gibi açılma olanaklarına sahipti. İlk adımda Topçular sırtı - Palamutluk sırtı'na yerleşen düşman kuvvetleri buradan, Kocaçimen Tepesi, Maltepe, Kilitbahir, Alçıtepe batısı gibi değişik yönlerde geliştirilebilirdi.
Tümenin Binbaşı Kadri Bey komutasındaki 26. Alay’ını Seddülbahir bölgesinde konuşlanmıştır. Görev alanı Çamtepe'den Kerevizdere'ye kadar uzanan, yarım daire şeklinde, Yarımada'nın burun kesimiydi. 9. Tümen’in 26. Alay’ı Seddülbahir bölgesindedir. Alay’ın 1. Taburu Kumtepe bölgesinde, Binbaşı Mahmut Sabri Bey komutasındaki 3. Taburu’nun 10. Bölüğü Ertuğrul Koyu’nda, 12. Bölüğü ise Teke Koyu’nda mevzi almıştır.
Tümenin diğer alayı olan 25. Alay geride bulunmaktadır.
Ancak Müttefikler, Seddülbahir bölgesinde bir tümen kadar Osmanlı kuvveti olduğunu kabul etmektedirler. Çıkarma öncesinde yapılan gözlemler esasen bölgedeki Osmanlı kuvvetleri hakkında hemen hemen hiçbir bilgi sağlamamıştı. Mareşal Liman Von Sanders’in, gündüzleri kıtaların ortalıkta görünmemesi yönündeki emrine kesin olarak uyulmuştu. Çıkarma sonrasında sorgulanan Osmanlı esirleri de bölgedeki birliğin 9. Osmanlı Tümeni olduğu bilgisini vermişlerdir.

Müttefik çıkarma planı

General Hamilton Seddülbahir Cephesi çıkarmaları için Seddülbahir bölgesinde beş ayrı kumsal belirlemişti. Bu bölgedeki kumsalların dar olması nedeniyle beş ayrı noktadan çıkarma yapmak zorunlu olmuştur.
  • Sığırini (Morto) koyu – Hisarlık Burnu
  • Ertuğrul Koyu
  • Teke Koyu
  • İkiz Koyu
  • Zığındere Koyu
General Sır Ian Hamilton’un savaş planında, Seddülbahir kumsallarına çıkarma yapan birliklerin Alçıtepe’yi ele geçirerek Kilitbahir platosuna ilerlemesi öngörülmüştür. Buradaki top bataryalarının susturulmasıyla Çanakkale Boğazı’nın girişi Birleşik Donanma'ya açılmış olacaktı. Seddülbahir bölgesindeki beş kumsala ilk dalga olarak (örtü kuvveti) 7 tabur çıkartılacak, 29. İngiliz Tümeni’nin diğer 5 taburu da hemen ardından ikinci dalga olarak karaya çıkacaktır. General d’Amade komutasındaki Fransız Tümeni’nin ise çıkarmanın ilk günü akşamı sahile inmesi planlanmıştır. Çıkarma planına göre saat 05:00’de başlayan hazırlık ateşi ardından saat 05:30’da örtü kuvveti karaya çıkmaya başlayacaktır. Bu işlem saat 07:00 dolaylarında tamamlanacak, ikinci dalga çıkarmaya başlanacaktır. 29. İngiliz Tümeni’nin savaşçı unsurları saat 08:30 dolaylarında karaya çıkmış olacaktır.
Beş çıkartma kumsalından merkezdeki üçü (İkiz Koyu, Teke Koyu ve Ertuğrul Koyu), ana çıkarma bölgesi olarak düşünülmüştür. Bu kumsallara, 29. İngiliz Tümeni’nin General S.H. Hare komutasındaki 86. Tugayı, asıl örtü kuvveti olarak çıkacaktır. Bu koyların her iki yanındaki Zığındere ve Hisarlık çıkarmaları, merkezdeki saha darlığı nedeniyle gerekli görülmüştür. Bu koylardaki çıkarma unsurları, merkez bölümün kendi hizalarına kadar ilerleyene kadar konumlarını koruyacaklar, bundan sonra ileri harekata katılacaklardır.

Çıkarmalar

Zığındere Koyu çıkarması


İngiliz 29. Tümeni'ne bağlı iki tabur ve bir bölükten oluşan örtü kuvvetlerince gerçekleştirilen çıkarma, baskın tarzında, hiçbir hazırlık ateşi açılmadan başlatılmıştır. Kumsal, bir amfibi harekata elverişli olmadığı için, bölgede çıkarmayı karşılayacak bir Osmanlı kuvveti bulunmamaktaydı. Çıkarmanın öğrenilmesinden sonra bölgeye intikal eden Osmanlı birliklerinin gece boyu süren inatçı taarruzları sonucunda, 26 Nisan 1915 sabahı, Müttefik kuvvetler sahili tahliye etmişlerdir.

Pınariçi Koyu çıkarması

Seddülbahir'in batı kıyısında kalan küçük bir koydur. İngilizler bu küçük koydaki kumsala Y kumsalı adını vermiştir. Kıyı burada yüksek ve çok diktir. Bu yüzden buraya bir çıkarma yapılacağı düşünülmemiş, bu küçük koy ve kumsal tutulmamıştır. Bu sürpriz çıkarma Genaral Hamilton'nun fikriyle plana eklenmiştir.

İkiz Koyu çıkarması


Bir çıkarma filikasında Lancashire Fusiliers Taburu
İkiz Koyu’nu Osmanlı 2. Taburu’nun 6. Bölüğü savunmaktadır Taburun diğer bölükleri derinlikte ihtiyatta tutulmaktadır. Geniş bir alana yayılmış olan 6. Bölük’ün çıkarma kumsalında (kumsal, 180 m. genişliğinde bir sahildir) bir manga gücünde unsuru bulunmaktadır. Birleşik Donanma’nın ateşinin ardından saat 06:00’da başlayan çıkarmayı ateşle karşılayıp geri çekilmişlerdir. Saat 07:30 dolaylarında ikinci dalgayı oluşturan iki İngiliz taburu çıkartılmıştır. Çıkarmanın ilk saatlerinde İngiliz birlikleri hiç kayıp vermemişler, sahilin hemen gerisindeki alçak tepeyi kontrol altına almışlardı.
Saat 08:15 de 26. Alay’dan Ertuğrul ya da Teke Koyu için 3. Tabur emrine gönderilen Osmanlı 7. Bölük’ü İkiz Koyu’ndaki çıkarmayı görmüş ve bölük komutanının inisiyatifiyle taarruza geçmiştir. Bu taarruzun yarattığı şaşkınlık ve belirsizlik durumu, İngiliz taburlarının koyun merkez bölümünde ileri harekatlarını gün boyu durdurmalarına yol açmıştır. Ancak çıkarma sahasının güney kesiminde kayda değer bir Osmanlı direnişi yoktur.
İngiliz 29. Tümen Komutanı General Hunter Weston, Ertuğrul Koyu ve Teke Koyu’na çıkartılması planlanmış olan dört taburlu 88. Tugay’ı, çok daha zayıf direnç görülen İkizkoyu’na kaydırmıştır. İkiz Koyu’nun güney kesiminde ileri çıkan İngiliz taburları saat 11:00 dolaylarında Karacaoğlan Tepesini ele geçirmişlerdir. Karacaoğlan Tepesi’nin düşmesi, Teke Koyu’nu savunan 12. Alay’ın sağ kanadını, dolayısıyla 3. Tabur’un kuzey kanadını tehdit etmektedir. 3. Osmanlı Taburu, sağ kanadını geri alarak savunmayı sürdürmüştür.

Teke Koyu çıkarması

Teke Koyu, 300 m.den biraz daha uzun bir kumsaldır. İngiliz çıkarma planına göre bu sahile ilk kademede bir tabur çıkarılacaktı. Sahil, ikinci kademede çıkarılacak olan bir alay kadar kuvvetle takviye edilecek ve bu kuvveler yakındaki Karacaoğlantepe ve özellikle Aytepe'yi işgal ederek Ertuğrul Koyu'na sarkacaktı.
Bu kumsalı Osmanlı 3. Taburu'nun 12. Bölük'ü savunmaktadır. Hazırlık ateşi ardından kumsala çıkartılan bir İngiliz taburuna yönelen savunma ateşi, diğer koylardaki kadar etkili olmamıştı. Çıkarma örtü kuvvetleri komutanı General Hare'nin sahilin etrafına topladığı askerlerle sahilin daha az korunan yan tarafına çıkmasıyla Osmanlı direnişi geri çekilmek zorunda kalmıştır. İlk hat Osmanlı siperlerinin düşmesi sırasında General Hare, ağır biçimde yaralanmıştı. Geri hatta çekilerek direnmeyi sürdüren Osmanlı piyadesi, bu kumsaldaki İngiliz ileri hareketini durdurmuştur.

Ertuğrul Koyu çıkarması


Ertuğrul Koyu'nda River Clyde kömür gemisi
General Sır Ian Hamilton birincil öncelikli gördüğü Ertuğrul Koyundaki çıkarmada ilginç bir yöntem denemiştir. Mevcut çıkarma araçlarının kapasitesi üstünde asker çıkarabilmek için River Clyde adlı kömür nakliye gemisi kumsalda karaya oturtulacak, gemide iki tabur gücünde, yaklaşık iki bin mevcutlu bir İngiliz birliği önceden hazırlanmış dubalardan sahile çıkartılacaktır.
İki saate yakın bir süre hazırlık ateşinde donanma, 4.650 top mermisi kullanmıştır. Hazırlık ateşi ardından İngiliz 29. Tümeni’ne bağlı taburun İrlandalı askerlerini taşıyan filikalar ve River Clyde sahile yaklaşmaya başlamıştır. River Clyde, karaya vurduğunda filikalar da sahile 20 m. kadar yaklaşmışlardı. O ana kadar beklemiş olan Osmanlı piyadesi bir anda filikalara ateş açmıştır. Bu ateş kasırgasında bazı filikalar, içlerindeki herkesin ölmüş olması sonucu akıntıya kapıldılar.
River Clyde’da köprülerin kurulmasıyla kapaklar açılmış ve İngiliz askerleri bu köprü üzerinden koşarak kıyıya çıkmaya başlamıştır. Ancak Osmanlı tarafının ateşi bu yöne çevirmesiyle hiçbiri sahile ulaşamamıştı. Aşırı kayıp ve çıkan kargaşalık nedeniyle askerin tahliyesi durdurulmuş, bu iş akşam karanlığının çökmesine ertelenmiştir. Saat 09:30 dolaylarında Ertuğrul Koyu’ndaki ilk dalga çıkarma tümüyle durmuştur. Sahilde 200 kadar askeri kalmış olan İrlanda Taburu’nun kayıpları yüzde yetmiş dolaylarındadır. Hemen hemen tüm subayları vurulmuştur.
Bir İngiliz pilotu, Ertuğrul Koyu boyunca denizin, 50 m. açığa kadar kan kırmızısına dönüştüğünü rapor etmiştir.

Hisarlık Koyu çıkarması

Bu bölgede bir İngiliz taburu saat 06:30 dolaylarında, 45 dk. süren hazırlık ateşi ardından sahile çıkmıştır. Otuz kişilik bir Osmanlı savunma unsuru, bir süre sahili sabitlemeyi başarmıştır. Ancak kanat açığından ilerleyen bir İngiliz bölüğü yüzünden geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Takviye olarak gönderilen Osmanlı 2. Tabur’unun 8. Bölük’ü derhal taarruza geçmiştir ve İngiliz birliklerinin ilerlemesi durdurulmuştur.
Diğer çıkarma koylarında olduğu gibi burada da çıkarmanın ilk dalgasının yoğun ateş karşısında sahile takılıp kalması ardından İngiliz deniz topçusunun yoğun ateşi Osmanlı mevzilerine yönelmiştir.

25 Nisan akşamı

Seddülbahir bölgesine ilk çıkan birlik İngiliz 9. Tümeni’dir. Ardından 1. Fransız Tümeni, 1. İngiliz Deniz Piyade Tümeni ve 1. Hint Tugayı çıkarmaya katılacaklardır. Bu ikinci kademede çıkarma yapacak birliklerden 1. Fransız Tümeni, Seddülbahir bölgesinde çıkarma başladığı sırada Beşige bölgesindeki yanıltıcı manevralarda görev almıştır. Öğleye doğru sis bastırmasından yararlanarak Seddülbahir açıklarına intikal etmiş ancak 25 Nisan 1915 akşamına kadar sahillerde yeterli derinlik elde edilemediği için gemilerde bekletilmiştir. 1. İngiliz Deniz Piyade Tümeni ise Saros Körfezi’ndeki yanıltma manevraları ardından bölgeye intikal etmiş, ancak 28 Eylül 1915 sabahı sahile çıkmaya başlamıştır.
Keza donanmanın diğer bölgelerde yanıltıcı hazırlık ateşiyle görevlendirilen unsurları da, çıkarmanın ikinci günü bölgeye intikal etmiştir. Böylece Seddülbahir bölgesinde, donanmanın yüzde sekseni görev almıştır.
Çıkarmanın ilk günü Seddülbahir Cephesi’ni tutan Osmanlı kuvveti, Albay Halil Sami Bey’in 9. Tümen'inin iki taburlu 26. Alay’ı idi. Ancak Anzak Kolordusunun örtü kuvvetlerinin karaya çıkmaya başladığı Arıburnu bölgesi de 9. Tümen'in görev bölgesidir. Albay Halil Sami Bey, ihtiyatta tuttuğu 27. Alay'ın iki taburunu Arıburnu bölgesine göndermek zorundaydı. Emrindeki 9. Tümen’in ihtiyattaki 25. Alay’ını Seddülbahir cephesine sevk etmiştir. Bu Alay’ın 3. Tabur’u Zığındere Koyu’nda taarruza geçmişti, diğer iki taburu ise 25 Nisan akşamı bölgeye ulaşabilmişlerdir. Böylece 25 Nisan akşamı Seddülbahir Cephesi’nde 12 İngiliz taburuna karşı 5 Osmanlı taburu mevzi almıştır. Ancak çıkarmanın başladığı sabah saatlerinden itibaren bölgede çatışmalara katılmış bulunan iki tabur, mevcutlarının yarısını kaybetmişti, bu yüzden Seddülbahir Cephesi'ndeki Osmanlı kuvvetleri dört tabur gücünde bir kuvvettir.
Cepheye ulaşan takviyelerle Osmanlı tarafı üç bölgede gece taarruzuna kalkışmıştır. Hisarlık, artık birleşmiş olan Ertuğrul Koyu-Teke Koyu-İkiz Koyu ve Zığındere. İlk iki bölgede Osmanlı tarafı istediği sonuca ulaşamamıştır. Ama Zığındere’deki taarruz daha başarılı gelişmiştir ve çıkarmanın ertesi günü Müttefikler, donanma ateşinin desteğinde Zığındere’yi tahliye etmişlerdir.
Çıkarmanın ilk günü akşamında Müttefik kuvvetler Seddülbahir Cephesi'nde çıkarma yapılan beş kumsalda köprübaşı oluşturmayı başarmışlardır. Bu kumsallardan Zığındere'deki köprübaşı, gece boyunca sürecek olan Osmanlı karşı taarruzları sonucu ertesi gün tahliye edilecektir. Diğer dört kumsaldaki köprübaşları son derece dar bir alanda kalmıştır ve General Sır Ian Hamilton'un planladığı Fransız Tümeni'ni karaya çıkarma işi, sahildeki dar alan nedeniyle gerçekleşememiş, tümen gece boyu gemilerde bekletilmek zorunda kalmıştır. İngiliz 29. Tümeni, sahilde yerleşmiştir, çıkarma harekatı başarılıdır. Ancak ilk günün hedefi bu değildi. General Hamilton, çıkarmanın ilk gününde, savunmadaki Osmanlı kuvvetlerinin atılarak Alçıtepe yükseltisinin ele geçirilmesini planlamıştı. Öte yandan İngiliz birlikleri hiç hesapta olmayan bir direnmeyle karşılaşmışlar, özellikle subay kayıpları nedeniyle yıkıma uğramışlardır. Dar bir sahil kesiminde tıkanıp kalınması, gece yapılan Osmanlı taarruzları, çıkarma birliklerinin sahildeki durumu açısından son derece kritik bir durum yaratmıştır. Müttefik kuvvetler açısından sahildeki durumun izleyen günde korunabileceği bir hayli kuşkuludur.
Osmanlı tarafı ise aynı şekilde kritik bir durumdadır. Takviye kuvvetlerin gecikeceği ortadadır. Ateş hattındaki Osmanlı subayları açısından tüm sorun takviye edilmeleridir. Takviye edilirlerse İngiliz birliklerini kıyılardan atmalarının kesin olduğu düşüncesindedirler. Bir Osmanlı subayının yazılı mesajı şöyledir. "Yüzbaşım, ya takviye kıtalar gönderir düşmanı denize dökersiniz, yahut ki, bu yeri boşaltırız. Çünkü bu gece daha çok asker çıkartacakları muhakkaktır. Yaralıları nakletmek için doktor gönderiniz. Aman yüzbaşım, Allah aşkına bana takviye kuvveti gönderiniz. Çünkü, karaya yüzlerle asker döküyorlar. Çabuk, nelerle karşılaşacağız yüzbaşım, bilemem".Bu bir yakarıştır, umutsuzluk değildir.

26 Nisan muharebeleri

Çıkarmanın ikinci günü olan 26 Nisan günü Ertuğrul Koyu’nda River Clyde’den sahile çıkan Hampshire Taburu sabahın erken saatlerinde taarruza başlamıştır. Seddülbahir Köyü’nün yıkıntıları arasında dört saat kadar süren sokak çatışmalarında Hampshire Taburu karşısında kırk kadar Osmanlı askeri vardır. Birçoğu yıkıntılar arasında gizlenmiş, İngiliz askerleri ilerledikten sonra ortaya çıkıp ateş açmışlardır.
Seddülbahir Köyü’nün işgali ardından İngiliz birlikleri koya hakim tepelere saldırmışlar, bu tepeleri ele geçirmişlerdir. Bu tepenin elden çıkması üzerine Osmanlı birlikleri saat 14:30 da 3 km. gerideki Alçıtepe – Kirte Köyü hattına çekilmeye başlamışlardır. Gün içindeki taarruz ve Osmanlı tarafının karşı taarruzları karşısında İngiliz askerleri keşif görevi yapamayacak denli yorgundurlar. Gece cepheden 1,5 km. kadar ilerleyen keşif birlikleri her ne kadar Osmanlı birliklerine rastlamamışlarsa da Osmanlıların cepheyi geriye çektikleri saptanamamıştır. Hem çekilmenin saptanamamış olmasından hem de birliklerin aşırı derecede yorgun durumda olmasından İngiliz birlikleri çekilen Osmanlı birliklerini yakın takibe geçmemiştir.
Karadaki İngiliz askerleri ve komutanları, geceleyin bir Osmanlı taarruz olacağını beklemektedirler. Tüm geceyi son derece gergin bir halde geçirdiler. Ancak Osmanlı askerleri, gece taarruzuna girişmediler. Gün içindeki kayıplar sonucu 26 Nisan gecesi, Arıburnu Cephesi’nde olduğu gibi sakin geçti. Seddülbahir Cephesi’ndeki Müttefik kuvvetlerinin 26 Nisan gecesi aldıkları emir, siper kazarak savunma düzeni almak, Osmanlı taarruzlarını püskürtmek ve kesinlikle geri çekilmemektir. İzleyen günde karaya taze kuvvetler çıkarılacak (Fransız tugayları) ve ileri harekata ancak bu durumda devam edilecektir.

27 Nisan 1915 muharebeleri

İngiliz 29. Tümen Komutanı General Hunter Weston, 27 Nisan sabahı Alçıtepe yönünde taarruza karar vermişti. Ancak 26 Nisan akşamı, Fransız Doğu Seferi Tugay'ının cepheye intikalinin ancak öğlene doğru sağlanabileceğini öğrenince taarruzu öğlene ertelemeyi uygun bulmuştu. 27 Nisan sabahı ise söz konusu birliklerin karaya çıkışının gecikeceği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle harekat, 28 Nisan 1915 sabahına ertelenmiştir.
General Hunter Weston, 27 Nisan için, ertelenen Alçıtepe taarruzu yerine sol kanadını ve merkez bölümünü ileri çıkartacak bir kısmi taarruza karar verdi. Amaç hem bir sonraki gün girişilecek taarruz için daha uygun bir pozisyon yaratmak hem de Hisarlık bölgesindeki çıkarma kuvvetleriyle temas kurmaktır. Osmanlı kuvvetlerinin zaten tahliye etmiş oldukları bu bölgedeki ileri harekat, saat 16:00’da başlamıştı. Harekat sırasında kayda değer bir çatışma olmamıştır. Bazı Osmanlı askerlerinin ölü gibi yattıkları, İngiliz birlikleri ilerleyip geçince ateş açtıkları kayıtlara geçmiştir. İngiliz birliklerinden bazılarının savaş ceridelerinde bu askerlerin ölümü umursamadıkları, ölmeden önce bir hayli düşman öldürmeyi amaçladıkları yazmaktadır. Harekat sonunda (saat 17:30) sahilden içerlere doğru ilerlenmiş ve Zığındere - Hisarlık hattı birleşmiştir.
İngiliz ve Fransızlar, 27 Nisan gece yarısına kadar yeni cephe hattından siperler kazmışlardı. Osmanlı tarafı bir gece taarruzuna girişmedi. Gece boyu İngiliz ve Fransız siperlerine tek tük ateş açılmıştır. Müttefikler, büyük miktarda cephane harcamakla bu ateşlere karşılık verdiler.

Birinci Kirte Muharebesi


27 Nisan akşamı Seddülbahir Cephesi.

Birinci Kirte Muharebesi, Seddülbahir bölgesine çıkan Müttefik kuvvetlerce, Alçıtepe yükseltisinin ele geçirilmesi amacıyla girişilen genel taarruzdur. 28 Nisan 1915 sabahı İngiliz ve Fransız birliklerince girişilen taarruz, ilerleme kaydetmişti. Saat 15:00 dolaylarında cepheye intikal eden 7. Osmanlı Tümeni'nin 19. Alay'ının iki taburu, alay komutanı Yarbay Sabri Bey komutasında karşı taarruza geçmiş ve İngiliz ve Fransız birliklerinin taarruz çıkış hatlarına çekilmesine neden olmuştur.

1 Mayıs 1915 Osmanlı taarruzları

Mareşal Liman Von Sanders, müttefiklerin başarısız İkinci Kerevizdere Taarruzu’ndan hemen sonra, yeni takviyeler almalarından önce taarruz etmeyi planlamaktadır. Gerçekten de İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener de Mısır’daki 42. İngiliz Tümeni ile Gurkalardan oluşan bir Hint Tugayının Çanakkale Cephesine hareket etmesi emrini vermiştir. Ayrıca Fransa’dan bir tümen yola çıkmak için hazırlanmaktadır. Liman Von Sanders, sadece Seddülbahir Cephesi’nde değil, aynı zamanda Arıburnu Cephesi’nde de taarruza karar vermiştir.
Arıburnu Cephesi’nde 1 Mayıs taarruzları sabahın erken saatlerinde başlamıştı. Seddülbahir Cephesi’nde ise gece taarruzu olarak uygulanmıştır. Taarruzun Seddülbahir Cephesi’nde gece saatlerine alınmasında amaç, Birleşik Donanma’nın destek atışından sakınmaktır. Arıburnu Cephesi’de donanma ateşi karşıdan gelirken Seddülbahir Cephesi’nde üç yandan gelmektedir.
Taarruz Albay Halil Sami Bey’in 9. Tümeni ile Saros bölgesinden intikal etmiş olan Albay Remzi Bey komutasındaki 7. Tümen tarafından gerçekleştirilecektir. Harekata Mareşal Liman Von Sanders’in 29 Nisan günü Seddülbahir Cephesi Komutanlığı’na getirdiği Albay Von Sodenstern komuta edecektir. Osmanlı kuvvetleri 19 taburda 16 bin savaşçı, Müttefik kuvvetler ise 30 taburda 32 bin kişidir. Osmanlı taarruzu 3 makineli tüfek bölüğü ve 10 topçu bataryasıyla desteklenecektir. İngiliz ve Fransızların ise Seddülbahir Cephesi’nde karaya çıkarılmış 30 makineli tüfek bölüğü ve 23 topçu bataryası (donanma topları hariç) bulunmaktadır.
Albay Von Sodenstern, tüm askerlere okunması talimatıyla yayınladığı emrinde şöyle demektedir. “Düşmana süngü ile saldırılacak…” “…sahilde filikaları yakmak…”, ister istemez üçbin yıl önce Boğazın karşı yakasındaki Troya Savaşı’nı anımsatmaktadır. Troyalılar ve müttefikleri, Akha çıkarma sahiline saldırırken öncelikli amaçları gemileri yakmaktı.
Gece saat 22:00 de başlayan süngü hücumu, yer yer Osmanlı kuvvetlerinin İngiliz-Fransız mevzilerine girmesini sağlamıştır fakat sabah saatlerine kadar süren çatışmalar Osmanlı kuvvetleri açısından sonuç getirmemiştir. 1 Mayıs gecesi taarruzlarında İngilizler 17 subay ve 641 erat, Fransızlar ise 58 subay ve 2.064 erat kaybetmişlerdir. Toplam Müttefik kaybı 75 subay ve 2.705 olmak üzere 2.780 kişidir.
Osmanlı kuvvetleri mevzilerine çekilirken, 2 Mayıs 1915 sabahı saat 06:00 da İngiliz-Fransız cephesi bir karşı taarruza girişmiştir. Öğlen saatlerine kadar süren karşı taarruz da sonuçsuz kalmıştır.
Gerçekte General Sir Ian Hamilton Seddülbahir Cephesi’nde bir taarruz emri vermişti. 1 Mayıs gecesi gerçekleşen beklenmedik Osmanlı taarruzu nedeniyle planını ertelememiş, karşı taarruzun uygulanmasına karar vermiştir. Ancak Osmanlı taarruzları ve karşı taarruz sırasında uğranılan kayıpları dikkate alarak harekata, halen yolda olan 2. Fransız Tümeni’nin karaya çıkmasından sonra gerçekleştirilmesine gerek görmüştü. Ayrıca General Sır Ian Hamilton, Arıburnu Cephesi’nden en seçkinlerinden iki tugayın Seddülbahir Cephesi’ne aktarılması emri vermişti. Anzak kolordusu Komutanı General William Birdwood, Arcadian nakliye gemisindeki Hamilton’un Genel Karargah’ında, bir süre için kendi cephesinde taarruza geçmemesi yönünde uyarılmıştır. Çıkarma bölgesinin dar ve sıkışık olması nedeniyle karaya çıkartılamayan, gemilerde bekletilen beş top bataryası da Ertuğrul Koyu’na nakledilecektir.
Öte taraftan Osmanlılar beklemek niyetinde değillerdir. İstanbul’dan gönderilen Albay Mehmet Şükrü Bey’in komutasındaki 15. Tümen’in gün sonuna doğru Seddülbahir Cephesi’ne ulaşacağı bilinmektedir. Mareşal Liman Von Sanders, bir tümen gücündeki bu takviyeyle taarruzu yenilemeye karar verdi. Bu kez 7., 9. ve 15. Tümenler taarruz edecektir. Seddülbahir Cephesi Komutanı Albay Von Sodenstern’in üç tümeni yönetebilecek bir karargah kadrosu henüz yoktur. Zaten Alman Ordusu'ndaki son görevi, bir tabur komutanlığı idi. Yine de 2 Mayıs gecesi saat 22:00 dolaylarında Osmanlı tümenleri süngü hücumuna geçtiler. Taarruz başladığında 15. Tümen’in ileri unsurları ancak cepheye ulaşmışlardı. Dokuz saattir 25 km. yol yürüyüp gelmişlerdir ve gecenin karanlığında, tanımadıkları bir arazide taarruza katılacaklardır. 15. Tümen’in ateş hattına ilk ulaşan bölüğünün subayları, Ordu komutanının emirleri gereği kısa ve sert emirleri sıraladılar ve bölük taarruza katıldı. Tümenin diğer unsurlarının cepheye ulaşması sabah saatlerin bulmuştur ve onlar da derhal parça parça savaşa sürülmüşlerdir. Sabahın ilk saatlerinde yıpranan Osmanlı kuvvetleri mevzilerine geri çekilmişlerdi. Onbirbin mevcutlu 15. Tümen’in bir gece içindeki kayıpları, mevcutlarının yüzde kırkıdır.
Bu başarısız taarruzun hemen ertesi günü Mareşal Liman Von Sanders, Albay Sodenstern'i görevden alarak yerine General Weber'i (Weber Paşa) atamıştır. Aynı zamanda Sanders, 5. Ordu teşkilatlanmasını yeniden düzenlemiştir. Buna göre dört grup komutanlığı oluşturulmuştur.
  • Kuzey Grup Komutanlığı. Komutanı 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa,
  • Güney Grup Komutanlığı. Komutanı General Weber,
  • Saros Grup Komutanlığı.
  • Anadolu Grup Komutanlığı.

İkinci Kirte Muharebesi

General Ian Hamilton, Osmanlı kuvvetlerinin son muharebelerde ağır kayıplar verdiğini, fakat kısa zamanda yeni takviye birliklerini cepheye sevk edeceklerini bilmektedir. Seddülbahir Cephesi’ne ulaşan son takviyeleri kullanarak Kirte Köyü ve Alçıtepe yönünde yeniden taarruza geçmeye karar vermiştir. 6 Mayıs 1915 günü başlayan ve üç gün boyunca süren çatışmalarda, Müttefik kuvvetler taarruz planlarının gerisinde kalmışlardır.
İkinci Kirte Muharebesi'nin başarsızlığı ardından General Sır Ian Hamilton'un emriyle General Hunter Weston, 10 Mayıs 1915 günü birliklerine bir emir yayınlamıştır. Bu emirde genel bir taarruza geçmek yerine sürekli olarak ileriye doğru siper kazmak ve geceleri yapılacak kısa ileri hareketler emredilmektedir. Böylece Müttefik siperleri, Osmanlı ilk hat siperlerine tüm cephe boyunca 200 metreden daha yakın bir mesafeye getirilecektir. Hamilton, bir sonraki taarruzun başarısı için bunu gerekli görmektedir.
Bu emrin yayınlanmasının hemen ardından Zığınsırtı mevzilerini tutmakla görevli Hint Tümeni Komutanı General H.V. Cox, İkinci Kirte Muharebesi sırasında işgal edilemeyen Osmanlı siperlerinin ele geçirilmesi için bir plan önermişti. Bu plan, Zığınsırtı sahilinden bir gece yürüyüşü ile Osmanlı siperlerinin kuşatılmasını esas almaktadır. 12 Mayıs 1915 gecesi Hint Tümeni'nin Gurka bölüğü Zığın sahilinden kuzeye doğru harekete geçmiştir. Sabaha karşı bu ileri harekatın sağa doğru uzatılması için iki bölük daha bölgeye akmıştır. Osmanlı siperleri, kuşatıldıklarını anlayınca geri hatta çekilmek zorunda kaldılar. Bu harekat sonucu, ciddi bir çatışma olmadan Zığınsırtı'ndaki Müttefik hatları 450 metre ileri atılmış oldu.

Üçüncü Kirte Muharebesi

Üçüncü Kirte Muharebesi, Müttefik kuvvetlerin Alçıtepe yükseltisini ele geçirmek amacıyla giriştikleri üçüncü genel taarruzdur. 4 Haziran - 6 Haziran 1915 tarihlerinde süren çatışmalarda Müttefik kuvvetler belirli bir ilerleme sağlamışlardır. Ancak taktik hedef olan Kirte Köyü ve onun hemen gerisindeki Alçıtepe yükseltisine ulaşamamışlardır.

Birinci Kerevizdere Muharebesi

Seddülbahir Cephesi'ndeki üç genel taarruzda da taktik hedefe ulaşılamaması, General Sır Ian Hamilton'un farklı bir taarruz planı izlemesine yol açmıştır. Bu taarruz planı, cephe boyunca genel bir taarruzu değil, dar bir cepheden taarruz edilmesini öngörmektedir. Hareket planı, önce cephenin kanatlarındaki tepelerdeki Osmanlı mevzilerinin ele geçirilmesi, ardından da cephenin merkez bölümünde taarruza geçilmesi şeklindedir. Bu taarruzların tek bir operasyonun aşamaları olarak değil, bağımsız operasyonlar olarak uygulanmasına karar verildi.Cephe komutanlarının ilk taarruz için seçtiği bölge, Fransız birliklerinin bulunduğu, cephenin sağ kanadındaki Kerevizdere bölgesidir.
Taarruz, 18 Haziran 1915 sabahı, üç gün boyunca sürdürülen donanma ateşiyle başlamıştır. 21 Haziran 1915 sabahı başlayan Fransız taarruzları, ertesi günün sonunda harekatın taktik hedefi olan 83 rakımlı tepenin ele geçirilmesiyle sonlanmıştır.
Genel bir taarruz yerine sınırlı hedeflere yönelik bu taarruz planı, son derece yoğun kara ve deniz topçusu ateşiyle desteklenmişti. Sonuç, Müttefikler açısından harekatın taktik hedefine ulaşılması olmuştur. General Sır Ian Hamilton, bu başarının ardından planın diğer iki operasyonunu da uygulamaya koymaya karar vermiştir.

Birinci Kerevizdere Muharebesindeki kısmi başarı, planın ikinci operasyonu olarak düşünülen harekata geçilmesini teşvik etmiştir. Taarruz, Zığındere'nin her iki yanındaki sırtlar üzerinden yapılacaktır. 26 Haziran 1915 günü başlatılan topçu ateşi, iki gün boyunca Osmanlı siperlerini dövmüştür. 28 Haziran 1915 sabahı başlayan çatışmalar 5 Temmuz 1915 tarihine kadar karşılıklı taarruzlarla sürmüştür. Osmanlı tarafının ağır kayıplarına karşın Müttefik kuvvetler Zığındere'nin ancak bir tarafındaki hedeflere ulaşabilmişlerdir.

İkinci Kerevizdere Muharebesi


İlk iki operasyon olan Birinci Kerevizdere ve Zığındere harekatlarının, kısmi de olsa başarı sağlaması üzerine General Sır Ian Hamilton, cephenin merkez bölümünden taarruz ederek merkez bölümü kanatlarla aynı hatta getirmeye karar vermiştir. İki gün boyunca süren çatışmalarda Müttefik kuvvetler ancak birkaç ön hat siperini ele geçirdiler. Cephenin sol tarafında çok dar bir alanda taarruz öncesi belirlenen hedeflere ulaşılmıştı, İngiliz cephesinin büyük bir bölümünde ise ulaşılamadı. Fransız bölümünde ise belirlenen hedeflere ulaşılmıştır.

Kirte Bağları Muharebesı

Seddülbahir Cephesi'nde sonuç elde edilememesi üzerine General Sır Ian Hamilton, Arıburnu Cephesi'nde bir taarruza ve Suvla kıyılarında yeni takviyelerle bir çıkarmaya karar vermişti. Suvla Çıkarması, üçüncü cephe olacaktır. Bir yanıltma operasyonu olarak da Seddülbahir bölgesinde bir taarruz planlanmıştı. 6 Ağustos 1915 günü başlayan taarruz, küçük bir bağın ele geçirilmesi dışında bir sonuç getirmemiştir. General Hamilton, Seddülbahir bölgesinde herhangi bir taarruza geçilmemesi için emir vermişti. Tahliyeye kadar bu bölgede kayda değer bir çatışma olmamıştır.

Tahliye

Anafartalar Cephesi'nde 10 Aralık 1915 tarihinde başlanılan tahliyenin hiç kayba uğranmadan 20 Aralık 1915'de tamamlanması ardından Seddülbahir Cephesi'nin tahliyesi hazırlıklarına başlanmıştır. Anafartalar Cephesi'ndeki gibi büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltıbin asker, dörtbin nakliye hayvanı –gemilere alınamayan yüzlerce at, kuzeyde olduğu gibi, öldürülmüştü- 127 top ve ikibin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise yine kuzeyde olduğu gibi sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti.

Kaynakça

  • 1915 Çanakkale Savaşı - İbrahim Artuç
  • Büyük Harbin Tarihi Çanakkale Gelibolu Askeri Harekatı - General C.F.Aspinall - Oglander (General Ian Hamilton'un karargah subaylarından)
  • Türk Kurmay Subaylarının Gözüyle Çanakkale Savaşı - Burhan Sayılır
  • Alçıtepe'den Anafartalar'a Çanakkale Kara Muharebeleri - Tuncay Yılmazer
  • Çanakkale Savaşı Üzerine Bir İnceleme - Emekli Korgeneral, eski içişleri bakanı Selahattin Çetiner
  • Mustafa Kemal - Anafartalar Muhaberatı'na Ait Tarihçe - Uluğ İğdemir - Türk Tarih Kurumu Yayınları
  • Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi - 5. Cilt, Çanakkale Cephesi. - Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, Harp Tarihi Yayınları
  • WİKİPEDİ ANSİKLOPEDİ 

Dış bağlantılar

22 Nisan 2015 Çarşamba

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı,

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin resmî tatil günlerinden ve ulusal bayramlarından biridir.Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından dünya çocuklarına armağan edilmiştir.
Bu bayram, TBMM'nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Millî Bayramı ve 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935'te 23 Nisan Millî Bayramı'yla birleştirilen Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 1927'de ilan ettiği ve ilki Atatürk'ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramı'nın kendiliğinden birleşmesiyle oluştu. 1980 darbesi döneminde Milli Güvenlik Konseyi, bu bayrama resmî olarak "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını verdi.
Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır. Günümüzde bayrama birçok ülkeden çocuklar katılmakta, çeşitli gösteriler hazırlanmakta, okullarda törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Ayrıca 1933'te Atatürk'le başlayan çocukları makama kabul etme geleneğigünümüzde çocukların kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmesi şeklinde devam etmektedir.

Tarihçe

TBMM'nin açılması


23 Nisan'ın Türkiye'de ulusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920'de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmış olmasıdır.Milletvekillerinin belirlenişi ve Ankara'ya gelişi çok kısa bir zamanda gerçekleşmiştir. Milletvekili seçimleri Atatürk'ün Ankara'da bir meclisin toplanacağını ve neden toplanması gerektiğini açıklayan 19 Mart 1920 tarihli bildirisiyle başlamış, yine Atatürk'ün 21 Nisan'daki genelgesiyle de meclisin açılacağı tarih duyurulmuş ve milletvekillerinin Ankara'ya gelmesi istenmiştir.23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır. O günkü ilk toplantıya daha önce belirlenen 337 milletvekilinden sadece 115'i katılabilmiştir.

Bayram olması

TBMM'nin açılışından 2000'li yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti'ne ait bu ulusal bayram konusunda eksik bilgilenme ve yanlış tarihlendirmeye çokça rastlanmıştır.Hatta bazı tarihçilerce böyle bir günün tarihinin genişçe araştırılmamış olması büyük bir eksiklikti.Yrd. Doç. Dr. Veysi Akın 1997'de yayımlanan bir makalesiyle bu eksikliği gidermeye çalışmıştır.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın ortaya çıkışında 3 ayrı bayramın payı vardır. Çocuk Bayramı tamamen ayrı bir kavram olarak gelişirken, Ulusal Egemenlik ve 23 Nisan Bayramları baştan ayrı bayramlarken, birleşmişler; en son da onlara Çocuk Bayramı katılmıştır.

Hâkimiyet-i Milliye

"23 Nisan", 1921'de çıkarılan 23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur. İlk kez ortaya çıkan bu bayramda ne ulusal egemenlikten ne de çocuklardan söz edilmekteydi. Zaten daha o yıllarda Osmanlı saltanatı hala kanunen hüküm sürmekteydi. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla 1 Kasım, Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı) olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki yıllarda, TBMM'nin açılış tarihi olan 23 Nisan "Milli Hakimiyet Bayramı" olarak kutlamış ve bu durum 1 Kasım'ın uzun vadede bayram olarak unutulmasına neden olmuştur. 1935'te bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirilmiş ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirilmiş, böylece 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirilmiştir.

Çocuk Bayramı adı

23 Nisan'ın Çocuk Bayramı oluşu yine TBMM'nin açılışıyla ilişkili olmasına rağmen, tamamen ayrı bir bayram olarak gelişmiş ve 1981 yılına kadar da öyle devam etmiştir.Bu Bayram 23 Nisan 1927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin (günümüz Çocuk Esirgeme Kurumu'nun) o günü "Çocuk Bayramı" olarak duyurmasıyla başlamış kabul edilir. Aslında Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 23 Nisan'la ilgili çalışmaları daha önceki yıllarda vardır ve hatta çocuklardan da söz edilmiştir. Kurum, 23 Nisan 1923'te millî bayram için pullar bastırmış ve satmıştır.23 Nisan 1924'te Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde "Bu gün Yavruların Rozet Bayramıdır" ibaresi yer almış, 23 Nisan 1926'da da yine aynı gazetede "23 Nisan Türklerin Çocuk Günüdür" başlıklı bir yazı kaleme alınmış ve bu yazıda cemiyetin bu günü çocuk günü yapmaya çalışarak doğru yolda olduğu ve para kazanan herkesin bu gün cemiyete çocuklar için bağışta bulunması gerektiği vurgulanmıştır.Nihayet 23 Nisan 1927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti o günü Çocuk Bayramı olarak şöyle duyurmuştur:
Millet Meclisimizle millî devletimizin Ankara'da ilk teşkile günü olan Millî bayram Cemiyetimizce çocuk günü olarak tesbii edilmiştir. Bize yeni bir vatan veyeni bir tarih yaratıp bırakan mübarek şehitlerle fedakar gazilerin yavruları fakir ve ıstırabın evladları ve nihayet alelıtlak bütün muhtac-ı himaye-i vatan çocukları namına milletin şevkatli ve alicenab hissiyatına müracaat ediyoruz. Kadın, erkek, genç, ihtiyar hatta vakti ve hali müsait çocuklardan mini mini vatandaşlar için yardım bekliyoruz. Her sayfası başka bir şan ve muvaffakiyetle temevvüç eden milletimizin, yarın azami derecede muavenet göstermekle beraber, çocuk gününün layıkı veçhiyle neşeli ve parlak geçirilmesi için aynı derecede alaka ve müzaheret göstereceğinden emin olan Himaye-i Etfal Cemiyeti, şimdiden arz-ı şükran eder.

Bu tarihten itibaren bu üç kavram, aynı gün üzerinde birleşecek ve çocuk bayramı olma konusunda bir kanunla belirlenmişlik olmaksızın kutlanmaya başlanacaktır.Cemiyeti buna iten neden ise cemiyetin yetim çocukları için gelir kaydetme anlayışıdır.Böylece çocuk bayramı ortaya çıkmıştır. Çocuk bayramı adı daha resmiyet kazanmamış olsa da, bundan sonra 23 Nisan "Millî Hâkimiyet Bayramı"nın yanı sıra "Çocuk Bayramı" olarak da kutlanacaktı.
1927'de ilk kez kez kutlanan çocuk bayramı, başta kaynak oluşturma olmak üzere, çocuklara neşeli bir gün geçirtmeyi hedeflerinde bulunduruyordu. 23 Nisan 1927'deki ilk bayram Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu ve dönemin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa himayesinde gerçekleştirilmiş, etkinlikler için Atatürk arabalarından birini çocuklara tahsis etmiş ve Cumhurbaşkanlığı Bandosu'nun konser vermesini sağlamıştır. O yıl cemiyetin Ankara'daki binalarından birine Çocuk Sarayı adı verilmiş ve burada düzenlenen çocuk balosuna İsmet (İnönü) Bey'in çocukları da katılmıştır.
1929'da çocuklara ilgi daha da artmış ve o yıl ve daha sonraki yıllarda 23-30 Nisan haftası "çocuk haftası" olarak kutlanmıştır. Daha sonraları, 70'li yıllara kadar ulusal boyutta ünlenerek ve katılımı artırarak ilerleyen 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarına 1975'te Türkiye Radyo Televizyon Kurumu da katılmış ve bir hafta çocuk programları yayımlamıştır. 1978'de Meclis Başkanlığı'nın izniyle meclisteki törenlere çocukların da katılması sağlandı.1979'da bu uygulama Ankara ilkokullarından gelen çocuklarla düzenli olarak başlatıldı, 1980'de de bütün illerden gelen çocuklarla "Çocuk Parlamentosu" oluşturuldu.1979 yılının UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı olarak duyurulması üzerine, TRT tarafından dünyanın bütün çocuklarını kucaklamayı amaçlayan bir proje hazırlandı ve 1979 yılından itibaren TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği adıyla uygulamaya kondu.
Bayramın en son şeklini alışı ise 1981'de gerçekleşmiştir.Darbe döneminde Milli Güvenlik Konseyi bayramlar ve tatillerle ilgili kanunda yaptığı değişiklikle o güne kadar kanunen adı konmamış bir şekilde kutlanan bayrama "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını vermiştir.

Kutlanışı


23 Nisan, Türkiye Cumhuriyeti'nde 23 Nisan 1921'de resmî bayram olarak kabul edilmesinden bu yana, değişik adlarla da olsa resmî törenlerle kutlanmıştır. En yalın haliyle bu törenlerde İstiklâl Marşı okunur ve saygı duruşunda bulunulur
Yeni uygulamaya konulan yönetmeliğe göre, önceki yıllarda uygulanan koltuk devri uygulamasına son verildi. Ulusal ve Resmi Bayramlarda Yapılacak Törenler Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklara koltuk devretme uygulaması kaldırıldı.
23 Nisan'ın Çocuk Bayramı olarak kutlanışı 23 Nisan 1927'de Atatürk'ün himayesinde başlamış, Cumhurbaşkanlığı Bandosu çocuklar için konser vermiş ve Ankara'da çocuk balosu düzenlenmiştir. 1928'de Dr. Fuat (Umay) Bey'in teklifiyle daha geniş içerikli bir program hazırlanmış, ilanlar verilmiş, halk davet edilmiş, çocuk alayları oluşturulmuş, yarışmalar ve geziler düzenlenmiştir.1929'daki 23 Nisan'dan önce HEC 23-30 Nisan haftasını çocuk haftası olarak duyurmuş, etkinlikler çoğaltılarak bir haftaya yayılmıştır. Asıl bayram yine 23 Nisan'da kutlanmış, çocuk balosu yine Atatürk tarafından himaye edilmiştir. Yine de HEC ve Türk Ocağı'nın bütün çabalarına rağmen ülke çapına yayılmada sorunlar yaşanmıştır. Birkaç yıl böyle gitmesi üzerine, Kırklareli milletvekili Dr. Fuat Umay'ın teklifiyle 20-30 Nisan arasında tüm telgraf ve mektuplara Himaye-i Etfal Şefkat Pulu yapıştırılması mecliste onaylandı. Yasa, 14 Nisan 1932'de yürürlüğe girdi.
1933 23 Nisan'ında Atatürk yeni bir gelenek başlattı. O sabah çocukları makamında kabul etti ve onlarla sohbet etti.Aynı yıl stadyumlarda beden hareketi gösterileri yapılmaya başlandı. O bayram, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in kaleme aldığı Andımız çocuklar tarafından ilk kez okundu.1933'te artık Çocuk Bayramı devlete de mal olmuştu. Yine de 1935'teki yasa değişikliğinde çocuk bayramında hiç söz edilmedi. Yalnız resmî ismi konmamış olsa da, Milli Hâkimiyet Bayramı'nın yanında "23 Nisan Çocuk Bayramı", devlet ve toplum örgütlerinin ortaklaşa hazırladığı programlarla kutlanmaya devam edildi.
1970'lerde artık 23 Nisan Çocuk Bayramı tüm ulustan katılım alan bir bayram halini almıştı. 1975'ten itibaren TRT de programlarıyla destek vermiş, 1979'da resmî Millî Hakimiyet Bayramı törenlerine çocukların da katılmasına karar verilmiş, 1980'de de "Çocuk Parlamentosu" oluşturulmuştur.Böylece 23 Nisan Çocuk Bayramı, Millî Hakimiyet Bayramı'yla tamamen aynı etkinliklerde kutlanmış oluyordu. Nitekim 1981'de birleştirilecekti.
Günümüzde 23 Nisan günlerinde bayram Türkiye Cumhuriyeti devleti erkanının başta Anıtkabir olmak üzere çeşitli Atatürk anıtlarında yaptıkları resmî törenlerle başlamakta, stadyumlarda ilköğretim öğrencilerinin hazırladığı gösterilerin sergilenmesi ve resmî geçit töreniyle devam etmektedir. Akşamları da büyük şehirlerde fener alayı düzenlenir. Resmî törenlerden sonra bayram yeri olarak nitelendirilen çayırlarda güreşler, koşular ve başka çeşit yarışmalar düzenlenir. Çeşitli sivil toplum örgütleri veya kuruluşlar tarafından düzenlenen etkinlikler yer alır. Önceden belirlenmiş öğrenciler kısa bir süreliğine kurumlardaki devlet memurlarının makamlarına oturur, onlarla orada sohbet edilir. Ayrıca 23 Nisan günü Türkiye'de resmî tatil günüdür. İlköğretim öğrencilerine 24 Nisan günü de tatildir.Bu seneki alınan bir kararla 24 nisan tatil olmaktan çıkarılmıştır.

TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği


1979 yılında düzenlenmeye başlayan TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği, 23 Nisan'ı tüm dünya çocuklarının kutladığı bir bayram haline getirmeyi amaçlayan bir şenliktir. İlkine yalnızca SSCB, Irak, İtalya, Romanya ve Bulgaristan'ın katıldığı şenlik, günümüzde yaklaşık 50 ülkenin çocuklarının katılımıyla düzenlenmektedir.
1979'dan 2000'e kadar Türkiye'nin başkenti Ankara'da düzenlenmiş, ondan sonra Türkiye'deki başka kentlerde de gerçekleştirilmiştir.

14 Nisan 2015 Salı

Dünya Sanat Günü

Dünya Sanat Günü, her yıl Nisan ayının 15. günü kutlanan, sanat etkinlikleri düzenlenip cadde ve sokakların sanat eserleri ile süslenildiği bir gün olarak kabul edilir. 2012 yılı itibariyle kutlanmaya başlanılmıştır.

Tarihçe

Türk sanatçı ve Ulusal Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Başkanı Bedri Baykam, International Associations of Art (IAA), (Türkçe:Uluslararası Sanat Derneği)'ın 2011 yılında Meksika'da yapılan genel kuruluna Türkiye temsilcisi olarak katılmıştır. Baykam, toplantıda Leonardo da Vinci'nin doğum günü olan 15 Nisan'ın Dünya Sanat Günü olarak kutlanmasını önerdi. Bu öneri çoğunluk oyu alarak, her yıl 15 Nisan tarihinde World Art Day (WAD) olarak kutlanılması kararı alındı

Türkiye'de kutlamalar

İlki 15 Nisan 2012 tarihinde yapılan kutlamalar İstanbul ilinde bulunan Abdi İpekçi caddesinde kurulan sahnede yapıldı. Ayrıca Maçka Demokrasi Parkı'nda bulunan UPSD Sanat Galerisi'nde gerçekleşen Dünya Sanat Günü Sergis'nin ardından Bring your own Bottle (Kendi Şişeni Getir) partisi düzenlenmiştir. Türkiye'nin çeşitli illerinde ise bazı sanatsal etkinliklerle kutlanmıştır. İzmir ilinde Sokak tiyatrosu, dans - müzik, Resim - Fotoğraf - Heykel - Seramik, Sinema, Müzik, Bildiri, Söyleşi, Edebiyat ve Tiyatro sanat dallarında kutlamalar ve gösteriler yapılmıştır.

9 Nisan 2015 Perşembe

Laiklik

Laiklik veya laisizm (Fransızca: Laïcisme); devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir. Fransızca'dan Türkçe'ye geçmiş olan "laik" sözcüğü, "din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din adamlarına "Clerici" din adamı olmayanlara da "Laici" adı veriliyordu. Aynı terimin İngilizce karşılığı ise Secularity olup, din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Latince bir kelime olan çağ anlamına gelen "saeculum" kelimesinden geçmiştir. Sekülerizm Türkçe'ye lâiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir. Fransa'da lâiklik için Laïcité (Laicisme) terimleri kullanılmaktadır. Kavramlar, her iki biçimde de cismi ve bilimsel olan ile soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifade etmektedirler.

Kavram

Laik kelimesi Yunanca laos ismi ve laikos sıfatından gelir, Latincesi laicus’tur. Laos: halk, kalabalık, kitle demektir ve zıddı kleros’tur. Laikos: halka ait, ruhban olmayan demektir. Laicus: dinsel olmayan demektir. Lâiklik, Osmanlı döneminde Ziya Gökalp'in Lâ-dinî (dinsel olmayan), Ahmet İzzet Paşa'nın la-ruhbanî ve Ubeydullah Efendi'nin İş Hükümeti deyişleri ile açıklanmaya çalışılmış olup bir süre kullanılan lâyisizm deyişi yerini tümüyle lâiklik terimine bırakmıştır. Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder. Yeniçağda laik terimi, felsefi ve hukuki, siyasal bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır . Fransa’da 3. cumhuriyette laicisme kelimesi dile girmiştir. İngilizcede, papazdan başka bütün halka lay, laity denir ve laic, secular kelimeleri de cismaniliği ifade eder. Latince saecularis’ten gelen secular, özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır.
Siyasi anlamı üzerindeki tartışmalarda ise laiklik, liberalizmin fikri kaynaklarından biri sayılır ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını ifade eder. Teokratik devletten demokrasiye geçerken devlet otoritesiyle din otoritesi sınırlandırılmış, laiklik klasik demokrasinin gerekliliğinin bir icabı olmuştur. Buna göre kavram, çağdaşlaşma ve insan hakları ile yakın bağlantılıdır.
Hukuki tanımlara göreyse en yaygın tanım, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır.' Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte din adına devlet düzenini bozacak davranışları önlemekle yükümlüdür.
Atatürk'e göre lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürluğü de demektir.
Kavramın tarihsel gelişimi Katolik Avrupa ile Anglosakson Avrupa arasında bir nüans yaratmıştır. Katolik ülkeler laik, diğerleri sekülerdir. Laik ülkelerde daha çok din devletin denetimi altındadır; buna mukabil seküler ülkelerde din ile devlet özerk iki alandır. Protestan ve Anglikan ülkelerdeki sekülerizm, günlük hayatı belirleyen dünyevi bir yaşama tarzını ifade eder ve dünyevi işlerde dini dışarda bırakmak anlamını edinir. Bu ülkelerde milli kiliselerin Roma Kilisesinden ayrılmışlığı, Kraldan ayrı özerk kurum oluşu da kavrama etkinlik kazandırmıştır. Bu aynı zamanda uluslaşma ve burjuvazinin ortaya çıkışıyla da ilgilidir. Laikliğin Bizans sezaropapismine ve elitist hakimiyete, sekülerizmin ise Roma paganlığına ve vicdan özgürlüğüne yakın olduğu belirtilmiştir.
Devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, bu ilişkiler açısından üç özellik gösterir: Devlet dine bağlıdır (teokrasi, Tibet); din devlete bağlıdır (imparatorluk, Bizans, Osmanlı, İngiltere, Rusya); ikisi de özerktir (demokrasi, ABD, Avustralya, Belçika). Laik devleti Duguit şöyle tanımlar: “Din konusunda kendisi tarafsız olup, mensupları bir dini taşımakla birlikte kendisi devlet olmakla hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan devlet.” Bugün bütün dünyada, cismani ve ruhani ayrılık anlamındaki temel ilkeler kabul görmekle birlikte, her devletin toplumuna ve kültürüne has özellikler de kavrama girmiştir. Atatürk'e göre “her faydalı ve yeni şeye karşı çıkmak irticadır”. İrtica, devletin laikleşmesiyle ilgili olarak kanun koyucunun hukuki normlarına aykırı hareketler, devletin dayandığı ana değerlere aykırı görüşleri bu açıdan etiketlemesi şeklinde tanımlanmakla beraber, dini kamuoyundaki dini vecibeleri yerine getirme davranışları ile bu anlayış sıklıkla karıştırılmakta, hatta seçimle işbaşına gelse dahi eğer bu aykırılık görülürse devlet en başta ordu kurumu olmak üzere müdahale edebilmektedir. Burada devlet, demokratik açıdan her türlü düşünceye geçit verse bile, bu düşüncelerin dine dayanıp dayanmadığı noktasında laikliğe aykırı hareketler kapsamında irticayı temel terim olarak benimsemiştir.

Tarihçe

Laik Düşüncenin Felsefî Temelleri

Laikliğin felsefi temelleri; Rönesans, Hümanizm ve Reform hareketleri ile bu akım düşünürlerinin eserlerinde kaynaklarını bulur. 16.yy’da İtalya’ da doğan Rönesans; sanat ve edebiyatta Katolik Vatikan Papalığından ve onun dinsel temalarından uzaklaşarak antik Roma ve Yunan sanat ve felsefecilerinden beslendi. Yayıldığı ülkelere göre içerdiği sanat ve edebiyat tarzının farklı alanlarda oluşmasına yol açtı. Sanatta olduğu gibi edebiyat ve felsefe alanlarında da antik dönem eserlerine dönüşü simgelemesi Yeniden Doğuş olarak nitelenmesini sağladı. Rönesans, skolastik öğretileri yıkıma uğrattığı gibi canlandırdığı hümanist ve akılcı akımları, Avrupa ülkelerinin 18.yy Aydınlanma Çağı düşünürlerine miras bırakarak ve kökleri M.Ö. 6.yy' a kadar dayandırılan Hümanizm' in tekrar canlanmasını hazırlayarak insan aklına duyulan ilgi ve saygının başlatıcısı oldu. Eski çağlardan beri din, insanların, günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yönetiminde etkili oldu. Özellikle Hıristiyanlık Avrupa'da ortaçağ sonlarına kadar her alanda söz sahibiydi. Papalar krallara hükmedebiliyor, papaz, rahip ya da keşiş gibi din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı.
Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde Reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yani sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlügüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi.

Bazı ülkelerde laiklik

Türkiye


Laik toplum ve devlet yapısına verdiği önemle Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Atatürkçü düşünceyi başarı ile edebiyat alanına kazandıran Falih Rıfkı Atay, Türk Hümanizmi eseri ile Suat Sinanoğlu, Atatürk döneminin efsane Milli Eğitim Bakanı olan ve Dünya Klasikleri' nin Türk diline kazandırılmasını sağlayan Hasan Âli Yücel, Tonguç Baba olarak anılan ve Köy Enstitüleri alanındaki üstün çalışmaları ile bilinen İsmail Hakkı Tonguç, Cumhuriyetin 50. Yılına armağan ettiği Türkiye’ de Çağdaşlaşma isimli kitabı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 75 adetlik ender kitapları arasında gösterilen Niyazi Berkes daha gerilere gidilecek olursa Yunus Emre gibi tarihi kişilikler Türkiye'de Hümanist değer yargısının gelişmesine rehberlik eden saygın düşünürler oldular.
Türk Hümanizmi adlı eserinde Suat Sinanoğlu, Atatürk Devrim ve reformlarının getirdiği kurum ve kuruluşların hümanist ruhu taşıdıklarını ve bu ruhun TBMM, Medeni Kanun gibi eserleri taşıdığını belirtti. Bir İnsani Değerler Sistemi olarak tanımlanan Hümanizm; Cinsiyet, inanış veya başka bir fark gözetmeyen ulusçu ve eşitlikçi yapısı ile Laik Cumhuriyet' in temel felsefesi olduğu biçiminde yorumlandı.
Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda hukuk alanında yapılan devrimler ve yenilikler, Cumhuriyet döneminin ve yeni Türkiye Cumhuriyetinin en önemli çağdaşlaşma hamleleri olarak ceza hukuku ve medeni hukuk düzenlemeleri ile gerçekleştirildi. Kadın veya erkek kişisel kanaatlerine bağlı olmaksızın tüm vatandaşların eşit yasal haklara sahip olmaları ve hukuk birliğinin tesis edilmesi bu alanlardaki düzenlemeler ile gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen Hukuk Devrimi ile Sened-i İttifak' tan bu yana devam eden Anayasallaşma Süreci tamamlandı, hem hukuk hem de eğitim alanlarında Tanzimat ile birlikte oluşturulan ikili yapılara son verildi ve Çağdaşlaşma Süreci temellerine oturtuldu.
Türkiye Cumhuriyeti, ulusal bir devlet olarak kurulmuştur. Yani toplum, kendi kaderi hakkında karar verebilme erkine sahiptir ki; buna “Türk Ulusu” denir. Ulus (devletin) ne bir tebaası ne bir ırk, ne de bir ümmettir. Ulus, haklarını akla göre düzenleyen toplumdur. Bu bakımdan egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olması demek, devletin “lâik” olması demektir. Bazı çevreler, Türk Hukuku’nda lâikliğin bir tanımının olmadığını iddia etmektedirler. Oysa Anayasanın 24. maddesi, lâikliği, rasyonalist felsefenin çözümlemesine göre tanımlamıştır:
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.
— Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 24

Dünyada Lâiklik


Anayasasında Lâikliği Kabul Eden Bazı Devletler

  • Fransa (1958 Anayasası'nın 1. Maddesi)
  • Japonya (1946 Anayasası'nın 20. Maddesi) Ancak hükûmette dinî parti mevcuttur.
  • Meksika (1917 Anayasası'nın 3. Maddesi)
  • Portekiz (1976 Anayasası'nın 41. Maddesi)
  • Türkiye (1982 Anayasası'nın 2. Maddesi )

Anayasasında "Lâiktir" İbaresi Olmayan Ancak Lâik Hukuka Göre İdare Olunan Devletler

  • Amerika Birleşik Devletleri
  • Hindistan
  • Küba
  • İrlanda
  • Avustralya
  • Endonezya
  • Senegal
  • Mali
  • Tunus
Not:Bu başlıkta yer almayan devletler de vardır.

KAYNAKÇA: WİKİPEDİ ÖZGÜR ANSİKLOPEDİ 

6 Nisan 2015 Pazartesi

Hayat Dergisi

Hayat, 1956'dan 1980'lerin sonlarına kadar İstanbul'da yayınlanan haftalık haber-aktüalite dergisi.
1960'lı, 1970'li yıllarda Türkiye’nin en yüksek tirajlı dergisi idi. Tifdruk (çukur baskı) tekniği ile basılan dergide magazin haberleri, tarihi yazı dizileri, edebi eser tefrikaları, gezi yazıları yayınlanırdı.
Yayın hayatına 6 Nisan 1956 günü başladı. Sohbet yazıları ve radyo programları ile tanınan Şevket Rado tarafından çıkarılan derginin sahibi Yapı Kredi Bankası idi.
Dergi, yayın hayatına başladığı 1956 yılının sonunda kağıt yokluğu nedeniyle bir süre yayını durdurdu. İkinci döneminde ithal kağıda renkli resimlerle basılan bir dergi oldu. Renkli kapakları ve derginin ortasında yayımlanan tam sayfa resimleri ile büyük ilgi uyandırdı. Yazı işleri müdürlüğünü sırayla Hikmet Feridun Es, İbrahim Çamlı, Sadun Altuna, Çetin Emeç, Mehmet Kayabal, Seyfettin Turhan üstlendi.
Nezihe Araz, Hikmet Feridun Es, Semiha Es, Şevket Rado, Yılmaz Öztuna, Naşit Hakkı Uluğ, Rakım Çalapala, Nihat Menteşe yazar kadrosunda yer alan isimlerdendir. Refik Halit Karay'ın “Karlı Dağdaki Ateş”, Halide Edip Adıvar'ın “Akile Hanım Sokağı” ve “Kızıl Hançerler”, Kerime Nadir'in “Sisli Hatıralar” gibi romanları Hayat Mecmuası’nda tefrika edilmiş romanlardandır.
Hayat Yayın Grubu'nun bir parçası olarak Hayat Tarih Mecmuası, Hayat Hayvanlar Ansiklopedisi, Ayna, Ses, Hayat Spor, Resimli Roman gibi dergiler çıkarıldı.
Hayat, 70'lerdeki siyasal ortamda işlevini kaybetti ve başlayan bir grev sonucu 6 Temmuz 1979’da son sayısını yayınlayarak kapandı. Satışa çıkan dergiyi Kemal Uzan satın aldı, 1980'lerin sonuna kadar Star Medya Grubu'nun bir parçası olarak aynı adla çıkarmaya devam etti

5 Nisan 2015 Pazar

İsmet İnönü

Mustafa İsmet İnönü (24 Eylül 1884, İzmir - 25 Aralık 1973, Ankara) Osmanlı dönAtatürk'ün vefatından sonra Genel Başkanı olunca, CHP Kurultayı tarafından kendisine "Milli Şef" ünvanı verilmiştir. Mevhibe Hanım'ın eşi, Ömer İnönü, Erdal İnönü ve Özden Toker'in babasıdır.
eminde albay, Türkiye döneminde orgeneral ve eski Genelkurmay Başkanı olan, cumhuriyetin ilanından sonraki Türkiye'nin ilk başbakanı,ikinci cumhurbaşkanı olan, İstiklal Madalyası sahibi asker ve siyasetçidir.
İnönü, Kurtuluş Savaşı'na katılmış ve Lozan Antlaşması'nı imzalamış, birçok defa başbakanlık görevini üstlenmiştir.1925-1937 yılları arasında 12 yıllık kesintisiz başbakanlık süresi olmakla birlikte,toplam 16 yıl 4 ay ile Türkiye'de cumhuriyet tarihinin en uzun süreli başbakanlık yapmış kişisidir.


Yaşamının ilk yılları ve Osmanlı dönemi

1884 yılında İzmir'de Reşit Efendi ile Cevriye Temelli Hanım'ın ikinci oğulları olarak doğmuştur. Reşit Efendi aslen Bitlis'in tanınmış Kürt ailelerinden Kürümoğulları ailesindendir. Reşit'in babası Abdülfettah Efendi Malatya'ya yerleşmiştir. Annesi Cevriye (1867-1959) ise aslen Razgrad'lı (Bulgaristan) olup babası Razgrad ulemasından Müderris Hasan Efendi 1870'li yıllarda İstanbul'a göç etmiştir. Cevriye ile Reşit 1880'de İstanbul'da evlenmişlerdir. İlk çocukları Ahmet Mithat (1882-1960) ve ikincisi İsmet'in dışında Hasan Rıza (ö.1972) ve Hayri Temelli adlı iki oğulları ve Seniha Okatan (ö.1964) adlı bir kız çocukları olmuştur.

Öğrenim hayatı

İsmet, İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. Bir yıl Sivas'ta Mülkiye İdadisi'nde okuduktan sonra, 1897 yılında İstanbul'daki Mühendishane İdadisi'ne gitti. 14 Şubat 1901'de Mühendishane-i Berr-i Hümâyun'a (topçu okulu) girip 1 Eylül 1903'te topçu teğmeni olarak bitirdi. 26 Eylül 1906'da Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni birincilikle bitirerek kurmay yüzbaşı rütbesiyle Edirne'deki 2. Ordu'nun 8. Topçu Alayında 3. Batarya Bölük komutanı olarak kurmay stajını yaptı.

Orduda ilk yılları

1908'de 2. Süvari Fırkasının kurmayı oldu ve 31 Mart İsyanı'nda Hareket Ordusu karargâhında görev aldı. 1910'da 4. Kolordu kurmaylığına getirildi ve 1911'de Yemen Kuvayi Mürettebe Komutanlığı kurmayı ve 26 Nisan 1912'de binbaşılığa yükseltilerek Yemen Kuvayi Umumiye Komutanlığının kurmay başkanlığına getirildi.
1912 - 1913 yılları arasında Harbiye Nezareti'nde Başkomutanlık Karargâhı 1. Şubede bulundu ve İkinci Balkan Savaşı'nda Çatalca Ordusu Sağ Cenah Komutanlığı kurmaylığına getirildi. Savaştan sonra İstanbul Antlaşması'nın bağıtlanmasında Bulgarlar ile müzakere eden heyete askerî danışman olarak katıldı.
1914'te Harbiye nazırlığı ve erkân-ı harbiye-i umumiye reisliğine (genelkurmay başkanlığı) atanan Enver Paşa'nın başlattığı ordunun yenileştirilmesi hareketinde etkin rol oynadı.

Askeri yaşamı

I. Dünya Savaşı

29 Kasım 1914'te kaymakam (yarbay)lığa yükseltirerek 2 Aralık 1914'te Genel Karargâh 1. Şube Müdürü oldu. 2 Aralık 1915'de 2. Ordu Kurmay başkanlığına getirildi ve 14 Aralık 1915'te miralay (albay) oldu.
I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak, Mustafa Kemal ile birlikte çalıştı. Bu sırada Mustafa Kemal (Atatürk) bu ordunun 16. Kolordu komutanlığına atandı. İsmet Bey, 1916'nın yaz aylarında bir süre çarpışmaları yönetti. 2. Ordu komutan vekili Mustafa Kemal Paşa'nın önerisiyle, 12 Ocak 1917'de 4. Kolordu komutanlığına atandı.
Bir süre sonra İstanbul'a geri çağrıldı ve Halep'te 7. Ordu'nun oluşturulmasında görev aldı. 1 Mayıs 1917'de Filistin Cephesi'nde 20. Kolordu komutanlığına, 20 Haziran'da 3. Kolordu komutanlığına atandı. Bu sırada 7. Ordu'nun komutanlığını üstlenen Mustafa Kemal ile gene yakın ilişki içinde oldu. Ancak Megiddo Muharebesi sırasında yaralanınca İstanbul'a gönderildi.

Kurtuluş Savaşı

Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından az önce Sina ve Filistin Cephesi'ndeki Yıldırım Orduları Grubu'nun General Edmund Allenby karşısında uğradığı Nablus Bozgunu sırasında yaralanarak İstanbul'a dönen İsmet Bey, 24 Ekim 1918'de Harbiye Nezareti'nde müsteşarlığa atandı. 29 Aralık 1919'da Paris Barış Konferansı'na hazırlık için kurulan komisyonda askeri müşavir oldu. 4 Ağustos 1919'da yalnızca sekiz gün için Askeri Şûra Muamelat-ı Umumiye müdürlüğüne, bir ara da jandarma ve polis örgütünün iyileştirilmesi için kurulan komisyona üye olarak atandı. Bütün bunlar genellikle birkaç günlük görevlerdi.

Türk Ordusu Başkomutanı Mareşal Mustafa Kemal Paşa ve Batı Cephesi Komutanı Mirliva İsmet Paşa Dumlupınar Meydan Muharebesi öncesinde, 
Ağustos 1922
İlk kez 8 Ocak 1920'de Ankara'ya gitti ve kısa bir süre Mustafa Kemal'le çalıştı. Yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükümetinde harbiye nazırı olan Fevzi Paşa'nın çağrısı üzerine şubat sonlarında İstanbul'a gitti. 9 Nisan 1920'de Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine tekrar Ankara'ya döndü ve İstanbul'la bütün resmî bağlarını kopardı.
23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Edirne milletvekili olarak katıldı. 6 Haziran 1920'de İstanbul'daki Divan-ı Harp tarafından gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı.

Erkân-ı Harbiye Reisi ve Garp Cephesi Komutanı Mirliva İsmet Paşa
10 Kasım 1920'de milletvekilliği ve vekillik görevi saklı kalmak üzere Garp Cephesi (Batı cephesi) Kuzey Kesimi Komutanlığı'na atandı. Çerkez Ethem ayaklanmasının ve iç isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı. Batı Cephesi Kuzey Kısım Komutanı olarak, Ocak 1921'de Yunan ilerlemesini durdurunca 5 senedir bulunduğu Miralay rütbesinden Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. 4 Mayıs 1921'de Batı Cephesi Komutanlığına getirildi. Ancak 17 Temmuz 1921'de Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde aldığı mağlubiyet üzerine TBMM tarafından Genelkurmay Başkanlığı görevinden azledildi. Yerine 3 Ağustos 1921'de, aynı zamanda Başvekil ve Milli Savunma Vekili de olan Fevzi Paşa getirildi.
Daha sonra Sakarya Meydan Muharebesi sırasında TBMM tarafından Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın Başkomutanlığa getirilmesi üzerine onun maiyetinde Mirliva rütbesi ile Batı Cephesi Komutanlığı görevinde bulundu. Büyük Taarruz'dan sonra başarılarından dolayı Ferik rütbesine terfi etti. İzmir'in geri alınmasından sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından ateşkes görüşmelerinde bulunmak üzere görevlendirilerek Mudanya'ya gönderildi.

Siyasal yaşamı

Cumhuriyet öncesi


Uçak kapısında tokalaşan İsmet İnönü ve Mustafa Kemal, 16 Haziran 1936

Milli Mücadele'nin sonunu belirleyen Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde (3 Ekim-11 Ekim 1922) Türk tarafını temsil eden İsmet Paşa, 26 Ekim 1922'de hariciye vekili oldu. Lozan görüşmelerinde murahhas heyetin başkanlığını yaptı; yeni devletin bağımsızlığını ve egemenliğini onaylayan, Sevr Antlaşması'nı ve Mondros Mütarekesini geçersiz kılan Lozan Antlaşması'nı imzaladı.
Cumhuriyet'in İkinci dönem (1923-1927) TBMM'de Malatya milletvekili olarak bulunan İsmet Paşa, Fethi Bey'in (Okyar) kurduğu İcra Vekilleri Heyeti'ne gene hariciye vekili olarak girdi. 23 Ağustos'ta Lozan Antlaşması'nın TBMM'de kabulü, siyasal-diplomatik başarılarının en önemlisi oldu.

Cumhuriyet ve başbakanlık yılları

29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilanı ile sonuçlanan süreçte, Mustafa Kemal'le yakın siyasal işbirliği içindeydi. 30 Ekim'de Cumhuriyet'in ilk hükümetini kurdu ve aynı zamanda Halk Fırkası (sonradan Cumhuriyet Halk Partisi, veya CHP) genel başkan vekilliğini üstlendi.
İsmet Paşa'nın ilk başbakanlık döneminde Cumhuriyetin ilk devrimleri yapılmaya başlandı. Öğretimin birleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması (3 Mart 1924) bu dönemde gerçekleşti. Muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın Çankaya'ya olan aşırı muhalefetini hükümet üzerinden yürütmesi üzerine cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in isteğiyle 8 Kasım 1924'te başbakanlıktan istifa etti. 21 Kasım 1924'te yeni hükümeti Fethi Bey kurdu.
Doğudaki Şeyh Said İsyanı üzerine isyana müdahalede geç kalan Fethi Bey istifa etti. 3 Mart 1925'te İsmet Paşa cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ayaklanmanın bastırılmasında hükümet başkanı olarak önemli rol oynadı. 6 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu'nu yürürlüğe sokarak İstiklal Mahkemeleri'nin tekrar kurulmasını gerçekleştirdi. Bu kanuna dayanarak tüm muhalefet partilerini ve muhalif gazeteleri kapattırdı. 1926 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. 1927 yılında kendi isteğiyle askerlikten emekli oldu. Bu tarihten sonra, yeni devletin oluşumunda Mustafa Kemal ile birlikte en önemli siyasal kişilik olarak belirdi.
1934'te Soyadı Kanunu çıktığında Mustafa Kemal Atatürk'ün verdiği İnönü soyadını alan İsmet Paşa, 1924'ten 1937'ye değin başbakanlık görevini aralıksız sürdürdü. Bu dönemde ülkedeki bütün önemli siyasal gelişmelerde; devrimlerin duyurulmasında ve uygulanmasında, iktisat politikasında Devletçilik ilkesinin kabulünde ve uygulanmasında, yeni devletin kurulmasında çok önemli rolü oldu.
1936'da Faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderilen CHP Genel Sekreteri (Katib-i Umumi) Recep Peker'in dönüşünde yazdığı TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören raporu onaylayıp imzalaması üzerine cumhurbaşkanı Atatürk "Başvekil hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor!" dedi ve kararı reddetti. Bu değerlendirmeye "Koskoca memleket rakı sofrasından mı idare edilecek?" diye yanıt verince aralarında gerginlik çıktı. Dersim İsyanı'nın bastırılması sırasında da düşünce ayrılıkları çıkınca Eylül 1937'de cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından başbakanlık ve CHP'nin genel başkan yardımcılığı görevlerinden alındı ve yerine Celâl Bayar atandı. Bu dönemde yalnızca TBMM'de Malatya milletvekili olarak görev yaptı.

Cumhurbaşkanlığı ve çok partili dönem

Atatürk'ün ölümü üzerine 11 Kasım 1938'de TBMM tarafından cumhurbaşkanlığına seçildi. Bunun yanı sıra "kayd-ı hayat" şartıyla CHP genel başkanlığına da getirildi. CHP'nin 26 Aralık 1938'de toplanan I. Olağanüstü Kurultayı'nda partinin "değişmez genel başkanı" seçildi ve kendine "Milli Şef" unvanı verildi.
30 Aralık 1925 tarihli 701 sayılı yasa ve 16 Mart 1926 tarihli 3322 sayılı kararname ile 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde cumhurbaşkanının resminin bulunması kararı alınmıştı. Buna dayanarak, para ve pulların üzerindeki Atatürk resimleri kaldırılıp yerine İsmet İnönü'nün portreleri kullanıldı.
Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra başlayan II. Dünya Savaşı (1939-1945) döneminde İnönü, ülkeyi savaştan uzak tutmaya çalıştı. Savaş yıllarındaki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar ise dönemin unutulmayan mirası olarak kaldı. Varlık Vergisi uygulaması hayata geçirildi. Yine bu dönemde Hasan Âli Yücel'in öncülüğündeki Köy Enstitüleri kuruldu. Bu enstitüler yıllar sonra kapatılana kadar 20.000 öğrenci köy öğretmeni olarak eğitildi. Ayrıca cumhurbaşkanlığı döneminde müziğe özel yeteneği olan küçük yaştaki çocukların bu konuda iyi bir eğitim almasını sağlamak için çıkardığı Harika Çocuklar Yasası ile İdil Biret ve Suna Kan gibi sanatçıların yetişmesinde önemli rolü olmuştur.

Roosevelt, İnönü ve Churchill İkinci Kahire Konferansı'nda 4-6 Aralık 1943
II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, gerek uluslararası siyasetteki gelişmeler, gerekse ülke içindeki yeni oluşumlar rejimin genel niteliğinde önemli değişiklikleri gündeme getirdi. Savaşın galiplerinden olan Sovyetler Birliği'nin lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Ardahan, Artvin ve Sarıkamış'ı istemesi, Türkiye'yi, savaşın diğer galipleri ABD ve Birleşik Krallık ile daha yakın ilişkilere mecbur etti. Bazı çevreler SSCB'nin böyle bir talepte bulunmayıp yalnızca bazı akademisyenlerin eski anlaşmalar üzerinde yorumlarda bulunmuş olduklarını, bu propagandanın Türk kamuoyunu NATO saflarına katılmaya ikna etmek için düzenlenmiş bir ABD siyasal operasyonu olduğunu iddia etseler de askeri ve ekonomik destek vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile öngördüğü yardımın karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve "Milli Şef"lik, "5 yıllık kalkınma planları", Köy Enstitüleri gibi Sovyetler Birliği benzeri uygulamaların kaldırılmasını talep etti.
1945 yılında kurulan Milli Kalkınma Partisi'nden sonra 1946'da kurulan Demokrat Parti (DP) ile çetin bir seçim yarışına girdi. 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimde "açık oy, gizli tasnif" metodu kullanıldı ve CHP bu seçimlerde iktidarını devam ettirdi. Ancak seçimlerde kullanılan sistem yüzünden seçimlerin bir şekilde şaibeli olduğu iddia edilmektedir. Tek başına iktidarda bulunduğu 1938-1950 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %1.8 oranında büyümüş, bununla birlikte Türkiye'nin GSMH 'si dünya toplamının binde 6.52'sinden binde 6.43'üne düşmüştür.

1950 seçimleri ve sonrası

14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde CHP %40, DP ise %52 oy aldı. Bunun üzerine CHP iktidarı DP'ye bırakırken, İsmet İnönü de cumhurbaşkanlığından ayrıldı ve ana muhalefet partisi genel başkanı olarak siyasal yaşamını sürdürdü. On yıllık muhalefet döneminde, 1954 ve 1957 seçimlerini de kaybetmesine karşın partisinin başında kaldı ve iktidarın siyasal baskılarına rağmen, CHP'nin yeniden güçlenmesine katkıda bulundu.
DP, 1960 yılında 27 Mayıs Darbesiyle iktidardan uzaklaştırıp yeni anayasa kabul edildikten sonra, 15 Ekim 1961 genel seçimlerinden CHP tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayamasa da, birinci parti olarak çıkınca, İnönü 24 yıl sonra yeniden başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Bu dönemde CHP-AP, CHP-YTP-CKMP ve CHP-Bağımsızlar koalisyon hükümetlerine başkanlık etti. Yeni kurulan siyasal sistemin sağlıklı biçimde işlemesi için çaba gösterdi.
27 Mayıs Darbesinin doğurduğu sorunlarla da uğraşarak 22 Şubat 1962 ayaklanması ve 20 Mayıs 1963 ayaklanması girişimlerinin önlenmesi çabalarında cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ile birlikte yardımcı oldu. 1964 Kıbrıs olayları sırasında ABD'nin Türkiye'nin adaya müdahalesini engellemesi üzerine dış politikada çok yönlü arayışlara girdi.
İlk Devlet Araştırma Kütüphanesi ve Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun kurulması, planlı ekonomiye geçiş, 5 yıllık kalkınma planları, sendikalar, grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılması, Ankara Antlaşması ve takip eden sene Ortak Pazar üyeliği, SSCB ile iyi ilişkiler kurulması, Milli İstihbarat Teşkilatı yasası ve düzenlemesi, Milli Güvenlik Kurulu'nun başlangıç ve geliştirilmesi, Türk ordusunun modernizasyonu; İran ve Pakistan ile birlikte bölgesel kalkınma organizasyonunun kurulması, Avrupa ve Orta Asya memleketlerini bağlayan mikrodalga radyo iletişim ağı kurulması, Devlet İstatistik Enstitüsü ile Turizm Bakanlığının kurulması, Güneydoğu Anadolu'nun kalkınma ve geliştirilmesi planları, Basın Yayın Yüksek Okulunun ilk kuruluşu İsmet İnönü'nun başbakanlık yaptığı dönemde gerçekleştirildi.

İsmet İnönü Lahti, Anıtkabir

İnönü hükümeti mecliste yapılan bütçe oylamasında ret oylarının kabul oylarından fazla çıkması üzerine istifa etti ve 20 Şubat 1965'te yerini Suat Hayri Ürgüplü hükümetine bıraktı. 10 Ekim 1965 seçimlerinde partisinin seçimi kaybetmesi üzerine, parti içi görüş ayrılıkları derinleşti. İnönü'nün desteklediği "ortanın solu" politikasının CHP tarafından benimsenmesine rağmen parti 1969 yılında yapılan genel seçimleri de kaybetti.

CHP'den ayrılması ve Cumhuriyet Senatosu

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Mart 1971'deki müdahalesinden sonra, CHP'nin tutumu konusunda parti içinde önemli görüş ayrılıkları belirdi ve İnönü parti genel sekreteri Bülent Ecevit'le anlaşmazlığa düştü. Ecevit'e göre, müdahalenin amacı, CHP içinde egemen olan "ortanın solu" politikasına son vermek ve partinin iktidar olmasını önlemekti. İnönü ise müdahaleyi onaylamıyordu ve müdahaleden 2 gün sonra CHP grubunda çok sert bir konuşma yaptı; ancak yine de ortamın yumuşaması için yeni kabineye bakan vermeyi kabul etti. Yeni kurulacak hükümete partinin üye verip vermeyeceği konusunda beliren anlaşmazlık sonucunda Ecevit istifa etti. Ecevit'le yoğun bir mücadeleye giren İnönü, Mayıs 1972'de toplanan V. Olağanüstü Kurultay'da, politikasının partisince onaylanmaması durumunda istifa edeceğini açıkladı. Kurultayda parti meclisi Ecevit'in yanında yer alınca da 8 Mayıs 1972'de 34 yıldır görev yaptığı CHP genel başkanlığından istifa etti. Türk siyasal yaşamında parti içi mücadele sonucunda değişen ilk genel başkan olan İnönü 4 Kasım 1972'de CHP üyeliğinden, 14 Kasım 1972'de de milletvekilliğinden istifa etti. Başvurusu üzerine eski cumhurbaşkanı sıfatıyla tabii senatör olarak Cumhuriyet Senatosu'nda görev aldı.

Ölüm yıldönümü

25 Aralık 1973 Salı günü saat 16.05'te ölen İnönü 28 Aralık'ta devlet töreni ile Anıtkabir'de toprağa verildi. Anılarının bir bölümünü Hatıralarım, Genç Subaylık Yılları, 1884-1918 (1968) adı altında toplamış, ayrıca çeşitli tarihlerdeki söylev ve demeçlerini içeren İsmet Paşa'nın Siyasi ve İçtimai Nutukları, 1920-1933 (1933), İnönü Diyor ki (1944), İnönü'nün Söylev ve Demeçleri I, 1920-1946 (1946) gibi kitapları yayımlanmıştır.

İsmet İnönü Evi ve Müzesi

İsmet İnönü'nün dünyaya geldiği evdir. İzmir'in Konak ilçesi içerisinde yer alan ev günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. İzmir İnönü Evi salı, perşembe ve cumartesi günleri 10.00-17.30 arası ile resmi tatil günlerinde açıktır.

Etiketler

Copyright © TARİHİN TOZLU SAYFALARI | Powered by Blogger

Design by Anders Noren | Blogger Theme by NewBloggerThemes.com