19 Mayıs 2015 Salı

Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı,

Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı, her yıl 19 Mayıs tarihinde kutlanan, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin millî bayramıdır.. 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Atatürk Bandırma Vapuru ile Samsun'a çıkmıştır ve bugün İtilaf Devletleri'nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı'nın başladığı gün kabul edilir. Atatürk bu bayramı Türk gençliğine armağan etmiştir

Tarihçe

Gençlik ve Spor Bayramı, ilk defa 24 Mayıs 1935’te "Atatürk Günü" adı altında kutlanmıştır. Beşiktaş'ın girişimleriyle Fenerbahçe Stadı'nda kutlanan bu ilk 19 Mayıs, Galatasaray ve Fenerbahçeli yüzlerce sporcunun da katılımıyla bir spor günü haline gelmiştir.Bu organizasyondan bir süre sonra gerçekleşen Spor Kongresi'nde söz alan Beşiktaş Kurucu Üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni kutlanan Atatürk Günü'nün tüm gençliğe mal edilebilmesi için "19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı" adı altında her yıl yapılmasını teklif etmiştir. Kongrede oylanan bu öneri kabul edilmiş ve Atatürk'ün de onayıyla yasalaşmıştır.20 Haziran 1938 tarihli kanunla "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak kutlanan bu ulusal bayramın adı 12 Eylül Darbesinden sonra "Atatürk'ü Anma , Gençlik ve Spor Bayramı" adını almıştır.

Kutlamalar

Her yıl 19 Mayıs günü Atatürk'ü Anma , Gençlik ve Spor Bayramı Türkiye'nin dört bir yanında spor gösterileri ve törenlerle kutlanır. Üzerinde "Gençlikten Atatürk Sevgisiyle Cumhurbaşkanına" yazan ve "Sevgi Bayrağı" olarak adlandırılan dev bir bayrak Kurtuluş Yolu'ndaki Tütün İskelesi'nden karaya çıkarılarak Samsun valisine verilir. Daha sonra bayrak, Cumhurbaşkanına sunulmak üzere genç atletlere teslim edilir. Samsun'dan yola çıkarılarak Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir ve Kırıkkale'den sonra, 19 Mayıs törenlerinde, Ankara'da Cumhurbaşkanına sunulur.
Cumhuriyet'le yaşıt olan bu kutlamalar sadece Cumhurbaşkanı'nın katılımıyla Ankara'da gerçekleşmekle sınırlı kalmaz, ülke genelinde stadyumlarda kutlanırdı. Ama 2012'de, Mayıs ayında havanın soğuk olacağı ve bu açıdan öğrencilere ve vatandaşlara yük olmaması gerekçesiyle başkent Ankara dışındaki illerde, stadyumlarda kutlanması Mili Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğü'nce okullara gönderilen bir yazıyla engellenmiştir.
Bu karar cumhuriyetçi kesimin büyük tepkisiyle karşılaşmıştır.Bu konuda Alper Ayhan tarafından bir dava açılmış ve kazanılmıştır.

5 Mayıs 2015 Salı

Atatürk Orman Çiftliği

Atatürk Orman Çiftliği, 1925 yılında Ankara'nın batısında, kendisine armağan edilmiş arazi üstünde Atatürk'ün talimatı ile kurulan ve Türk tarımına öncülük eden çiftlik.
1937'de Atatürk tarafından hazineye bağışlanan çiftlik, günümüzde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'na bağlı tüzel kişiliğe haiz bir kuruluş olarak faaliyetlerini sürdürür. 1992’de 1. derecede tarihi ve doğal SİT alanı olarak tescil edilmiştir.
Ankara'nın en büyük yeşil alanı olan çiftlik arazisi içinde ülkenin en büyük hayvanat bahçesi, Atatürk’ün doğduğu Selanik'teki evin bir benzeri, tarihî Karadeniz Havuzu ve Devlet Mezarlığı gibi ziyaret alanları bulunur.

Tarihçe ve yasal statü

Kurtuluş Savaşı öncesi Ankara Belediye Reisliği yapan Hacı Ziya Bey'in mülkiyetinde bulunan Orman Çiftliği arazisi, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra istimlak edilerek Mustafa Kemal Paşa'ya armağan edilmişti. O yıllarda büyük ölçüde bataklık ve sazlıklarla kaplı olan 52.000 dekarlık alanda Mustafa Kemal Paşa'nın talimatı ile gerçekleştirilen başarılı çalışmalar; fidan yetiştirme, bahçecilik, bağcılık ve hayvancılık alanlarında çiftçilere örnek ve yol gösterici oldu. Çiftlikteki tarım ve hayvancılık faaliyetleri doğrultusunda bünyesinde endüstriyel tesisler de kuruldu. Mustafa Kemal'in Ankara'da bir çiftlik kurma arzusunda bozkır ortasına kurulmuş olan yeni başkent Ankara’nın halkı için bir doğa güzelliği ve sosyal yaşam alanı yaratma isteği de önemlidir.
İlk adı “Orman Çiftliği” olan arazi, 1937 yılında Atatürk tarafından Hazine’ye bağışlandı. Çiftliğin yönetilmesi için 13 Ocak 1938’de yürürlüğe giren kanunla “Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu” kuruldu. Çiftlik içindeki bira fabrikası bu dönemde Tekel Müdürlüğü’ne devredildi. Orman Çiftliği, “Gazi Orman Çiftliği” adını alarak faaliyetlerini sürdürdü.
1 Nisan 1950’de yürürlüğe giren 5659 sayılı Kanun ile “Atatürk Orman Çiftliği” adını almış olan çiftlik, aynı kanunla Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı, tüzel kişiliğe sahip bir kuruluş statüsünü aldı. Çiftliğin faaliyetleri her yıl Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu tarafından incelenmekte ve rapora bağlanmakta; bu raporlar Türkiye Büyük Millet Meclisi KİT Komisyonu tarafından görüşülerek onaylanmaktadır.
Arazi, 1950’li yıllardan başlanarak Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu'na, Çimento Fabrikaları’na, kömür depolarına, trafolara, çeşitli fabrikalara, spor tesislerine, konut kooperatiflerine, hâl yeri yapımına, üniversitelere, Ankaray depolama tesislerine, Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali'ne, Ordu Evi'ne, turistik tesislere yerler; tahsis edilerek, satılarak Çiftlik arazisi, amaçları dışında parça parça yok edilmiştir.
Günümüzde de Gazi Banliyö İstasyonu merkez olmak üzere, onun çevresinde yer alan bir alanda Hayvanat Bahçesi, konaklama tesisleri, yüzme havuzu, lokantalar, çocuk bahçeleri ziyaretçilere hizmet verir. Çiftlik bünyesindeki süt fabrikası, şarap ve meyve suyu fabrikasında çeşitli ürünler üretilir.

Çiftlikteki yapılar

Çiftliği gezip görmeye gelen halk için "Gazi İstasyonu" adlı tren istasyonu yapıldı. Mimar Ahmet Burhanettin Bey’in (Tamcı) tasarladığı yapı, Birinci Ulusal Mimarlık Akımının ilk anıtsal gar yapılarındandır 1 Şubat 1926'da törenle hizmete giren yapı, günümüzde lokanta olarak hizmet verir.
1936-1937 yılları arasında mimar Ernst Arnold Egli tarafından, Atatürk’ün isteği ile çiftlik arazisinde bazı yapılar inşa edildi.Çiftlik arazisi üzerindeki bira fabrikası, bira fabrikası hamamı, memur ve işçiler için konutlar, Atatürk’ün manevi kızı Ülkü için bir ev ve çiftlik müdürü için yapılan villa, Egli’nin inşa ettiği yapılardandır.
1933 yılında çiftlikte kurt, tilki, çakal, ayı, domuz, süne, kımıl gibi tarıma ve insana zarar veren hayvanların teşhiri amacıyla bir hayvanat bahçesi kurulmuştu. Bu minyatür hayvanat bahçesinin çok ilgi çekmesi üzerine Necdet Pençe’nin projesini çizdiği modern bir hayvanat bahçesi oluşturuldu ve günümüzde halen hizmete devam eden hayvanat bahçesi 1940 yılında hizmete girdi. 32 hektarlık bir alanda Türkiye’nin en büyük hayvanat bahçesi olarak kuruldu.
Ankara Ticaret Odası tarafından Atatürk'ün SelanikAtatürk Orman Çiftliği Atatürk Evi Müzesi" adıyla ziyarete açılmıştır.
'te doğduğu evin birebir kopyası çiftlik arazisi üstüne yaptırılarak 1981’de "
1988 yılında anıt-park niteliğindeki Devlet mezarlığı, Atatürk Orman Çiftliği içinde hizmete girdi.

Sit Alanı

Atatürk Orman Çiftliği 1992’de 1. Derecede Sit alanı olarak tescil edildi. Çiftlik içinde “Gazi Tesisleri” olarak bilinen 46 hektarlık alan, 2011 yılında 3. derecede doğal SİT alanı olarak yeniden düzenlendi.

1 Mayıs 2015 Cuma

1 Mayıs Emek ve Dayanışma günü

İşgünü mücadelesinin tarihi

İşçi sınıfı uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı ağır koşullar altında karşılıyor. Burjuvazi­nin saldırıları öylesine bir boyut kazandı ki, işçi sınıfı büyük bedeller ödeyerek elde ettiği tarihsel kazanımlarının çoğunu yitirmekle kalmadı, 1800’lü yılların çalışma ve yaşam koşullarına adeta geri döndü. Bunun en doğrudan, en çıplak hali iş saatlerinin alabildiğine uzatılması, ücretlerin düşürülmesi ve yaşam koşullarının kötüleşmesidir. Başta Çin olmak üzere pek çok ülkede işçi kitlelerinin çalışma ve yaşam koşulları Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde betimlediği manzaralardan pek de farklı değil artık.
Engels, söz konusu yapıtında emekçi kitlelerin yaşamlarının bir keşmekeşe sürüklendiğinin altını çizer. Çalışma koşulları gerçekten de korkunçtur. Çocuklar da dâhil kadınlar ve erkekler günde 14-16 saat çalışıyor, tek bir odada 50 işçi yatıp kalkıyordu. Çocuklar makine başında yemek yiyemedikleri için bitkin düşüyor ve uzun süre ayakta kaldıklarından ötürü omurgaları kayıyordu. Normal bir işgünü mücadelesinin öyküsünü etraflıca işlediği Kapital’de Marx, makineleşmenin ve modern sanayinin doğuşuyla birlikte, ahlâkın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırları yıkıldı diyerek bu duruma dikkat çekmekteydi. Gece ile gündüzün birbirine karıştığı bu dönemde işçiler sürüklendikleri sefilce koşullar ve aşırı çalışmadan ötürü daha 40 yaşına gelmeden kapitalizmin kurbanları arasında yerlerini alıyorlardı.
İşçi sınıfı ilk dönemler 14-16 saat olan işgününü 12 saate çekmek için uzun bir savaşım yürüttü. 13 yaş ve daha altı yaşlardaki çocukların günde 12 saat çalışması için yürütülen mücadele bile burjuvaziyi dehşete düşürmüştü. Marx, sadece dört sanayi kolunda işgünü 12 saate indirildiğinde İngiliz sanayisi için sanki kıyamet günü gelmiş gibi, burjuvazinin vaveylayı kopardığına dikkat çeker. Bu yıllarda, çalışma koşullarını düzenleyen ve işçilerin haklarını güvence altına alan bir yasal düzenleme dahi yoktu. Tüm yasalar egemen sınıfların lehine düzenlenmişti. İşçi sınıfının işgününün kısaltılması için verdiği mücadele, burjuva yasaların şekillenmesini de belirlemiştir. Şu çok açık ki, işçi sınıfının en küçük kazanımı dahi, “yüce gönüllü” burjuva politikacıların ve burjuva parlamentoların bir ürünü değildir. Marx’ın da vurguladığı üzere yasaların biçimlenmesi, resmen tanınması ve devlet tarafından ilan edilmesi, sınıfların uzun savaşımlarının sonucu olmuştur.
Örneğin, 1848 Haziran barikatlarında yenilen Fransız işçi sınıfının devrimle birlikte kazandığı 10 saatlik işgünü hakkı elinden alındı ve çıkartılan yeni bir yasayla işgünü 12 saat olarak belirlendi. Benzeri gelişmeler İngiltere’de de yaşandı. İngiliz işçi sınıfı işgünü mücadelesini 12 saatle sınırlandırmamış ve 10 saatlik işgünü talebiyle mücadeleyi sürdürmüştü. Genel oy hakkını ve işçilerin parlamentoya seçilmesini savunan Chartist hareketin ileri sürdüğü taleplerin başında 10 saatlik işgünü bulunuyordu. “Saraylara savaş, kulübelere barış” şiarıyla başlatılan mücadele sonucunda İngiliz işçi sınıfı 10 saatlik işgününü burjuvaziye kabul ettirdi. 1 Mayıs 1848’de 10 saatlik işgünü yasası yürürlüğe girdiyse de, Avrupa’daki devrimlerin yenilmesinden güç alan burjuvazi yasayı uygulatmadı. Tarihsel deneyim ve bugünkü verili gerçekler tek bir doğruyu öne çıkartıyor: işçi sınıfı haklarını mücadele ederek kazanabilir ve mücadeleyle koruyabilir ancak.
Marx, işçi sınıfının genel çıkarlarını ifade eden, işçi sınıfını tek bir bayrak altında toplayan, ona bir sınıf hareketi niteliği kazandıran işgününün yasallaştırılması mücadelesinin bu anlamda siyasal bir mücadele olduğuna değinir. Gerçekten de ilk dönemler tek tek şehirlerde, tek tek ülkelerde boy veren daha kısa işgünü mücadelesi 1800’lü yılların son çeyreğine girildiğinde siyasal bir içerik ve uluslararası bir boyut kazanarak genel bir sınıf hareketine dönüşmüştü. Bu siyasallık elbette genel olarak henüz sendikal kapsamda bir siyasallıktı. 20 Ağustos 1866’da Baltimore’da toplanan Ulusal Çalışma Birliği kongresinde Amerikalı işçiler, 8 saatlik çalışma yasasını kabul ettirmenin bir zorunluluk olduğunu karar altına alıyorlardı. Kongre, hedefinin emeği kölelikten kurtarmak olduğunu açıklamıştı: “Bu şanlı sonuca erişene dek bütün gücümüzle çalışmaya kararlıyız”.
İşgünü mücadelesinin uluslararası bir boyuta bürünmesi kendisini I. Enternasyonal’in kararlarında da gösterdi. Aynı yıl içinde, Cenevre Kongresinde I. Enternasyonal, Amerikan işçi sınıfının aldığı karara atıfta bulunuyor ve 8 saatlik işgünü için mücadele kararı alıyordu: “İşgününün sınırlandırılması önkoşuldur, bu sağlanmadan, kurtuluş yolunda atılacak diğer bütün adımlar başarısızlığa mahkûmdur”. İşçi hareketi çeşitli biçimlere bürünerek ve çeşitli evrelerden geçerek ilerledi ve kendisiyle birlikte işgünü mücadelesini de geliştirip şekillendirdi. İşçi sınıfı artık 8 saatlik işgünü talebini ileri sürüyor, ama bu sınırda durmuyordu; sosyalizm için mücadele bayrağını da yükseltmeye başlıyordu. 1870’lerden sonra Amerikan işçi sınıfı mücadele bayrağını Avrupa’daki kardeşlerinden devralıyor, 8 saatlik işgünü ve sosyalizm mücadelesi Amerika’da giderek yükseliyordu.

Amerika’da sınıf mücadelesi

Marx ve Engels, Avrupa işçi hareketini biçimlendirmeye ve proletaryanın uluslararası örgütlenmesini yaratmaya çalışırken Amerikan işçi hareketini de yakından takip ediyorlardı. Ulusal bir boyut kazanmasa da hemen her grevi, işçi ayaklanmalarını, sendikal ve sosyalist örgütlenmeleri dikkatle izliyor, bu konuda yazılar yazıyor ve Enternasyonal’i Amerika’da etkin kılmaya çalışıyorlardı. Her vesileyle, toplumu karşıt kutuplara bölen bir sınıf mücadelesinin Amerika’da olmayacağını ileri sürenleri eleştiriyor ve sınıf mücadelesinin dinamik yapısına dikkat çekiyorlardı. Nitekim 1860’ların ikinci yarısından sonra peş peşe gelen grevler ve 1 Mayıs 1886 kalkışması sınıf mücadelesinin sert karakterini açığa vurdu. Engels, 1 Mayıs 1886’dan önce hiç kimse hareketin böylesine kısa zamanda öylesine karşı konulmayacak bir güçle patlayacağını, hızla yayılacağını ve Amerikan toplumunu temellerinden sarsacağını tahmin etmemişti diye yazacaktı.
Daha 1860’ta Amerika sınaî üretimde dünya dördüncüsüydü ve 1890’da dünya birinciliğine yükselmişti. 60’lı yıllardan başlayarak sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi hızlanıyor ve dev tekeller sahneye çıkmaya başlıyorlardı. Kapitalizmin bu sıçramalı gelişmesi işçi sınıfının da büyümesine neden oldu. 1880’lerin ortasına doğru sadece sanayi kollarında çalışan işçi sayısı 4-5 milyon civarındaydı. Bu yıllarda çalışan çocuk işçilerin sayısı 1 milyonun üzerindeydi. İşçi sınıfı oldukça ağır koşullar altında, herhangi bir sosyal güvenceden yoksun, sendikasız ve düşük ücretler karşılığında günde 12 saatten fazla çalışıyordu. İşçiler gerçekten de sefilce bir yaşam sürüyorlardı; yaşadıkları evlere ev demek mümkün değildi. Fabrikaların etraflarına veya şehrin dışına kurulu barakalar ya kendilerinin değil ya da ipotekliydi. Hemen tüm işçiler gerekli taksitlerini ödeyemedikleri için bu barakaları da bir süre sonra kaybediyorlardı. En önemlisi de işçiler ağır çalışma koşullarından ötürü erken yaşlarda göçüp gidiyorlardı.
Kapitalist gelişmenin inanılmaz bir tempoyla ilerlediği, köylülerin ve tüm kıtalardan akın akın gelen göçmenlerin işçi sınıfı ordusuna katıldığı, sınıf çelişkilerinin alabildiğine keskinleştiği bu yeni-dünyada güçlü bir sınıf hareketinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. 1860’ların ikinci yarısından sonra sınıf mücadelesi yükselmeye, daha baştan sert bir karakter kazanmaya başladı. Ülkenin dört bir yanında çoğunlukla merkezi bir örgütlenmeye dayanmayan, birbirinden kopuk, kendiliğinden patlamalar yaşanıyordu. Amerikan burjuvazisi yükselen mücadele karşısında şaşkınlık içindeydi ve çok sert tepki verdi. Hemen her grev ve direnişe askerler ve polisler saldırıyor, işçilere ateş açılıyor ve her defasında onlarca işçi öldürülüyordu. Burjuvazi bununla da yetinmiyor, grevci işçileri cezalandırmak için kara listeler yayınlıyor ve bu işçilere iş verilmiyordu.
Ama işçi sınıfı durdurulamıyordu. 1877’de Amerikan tarihinde o güne dek görülen en büyük grev patlak verdi. Baltimore ve Ohio demiryolu şirketi, krizi bahane ederek işçilerin ücretlerinden %10 kesinti yapılacağını açıklayınca işçiler greve gittiler; raylar söküldü, lokomotif ve vagonlar depolara kilitlendi. Fakat grev Ohio’da durmadı ve kısa zamanda Batı Virginia, Pennsylvania, New Jersey, Philadelphia’ya da sıçradı. Grev ateşi ülkenin dört bir yanını sarıyor ve işçi kitleleri harekete geçiyordu. Demiryolu işçilerini diğer sektörler ve özellikle kömür madeni işçileri izledi. Grevlerle birlikte her yerde çatışmalar baş gösteriyor, asker ve polis katliamlara girişiyordu. 21 Temmuz günü sadece Pittsburgh’da çıkan çatışmada 10 işçi öldürüldü ve onlarcası da yaralandı. Burjuvazi korkunç bir kin kampanyası başlatmıştı. New York Tribune şöyle yazıyordu: “Onlara birkaç gün silah diyeti verin bakalım, o tür ekmek hoşlarına gidecek mi?” Chicago Tribune ise “serseri güruha” karşı el bombası kullanılmasını öneriyordu. İşçi sınıfına gözdağı vermek amacıyla 10 maden işçisi, gizli bir örgüte üye oldukları ileri sürülerek ve türlü oyunlar çevrilerek idam edildi. Aynı aşağılık yönteme 1886’da bu kez Chicago işçi önderlerini ipe çekmek için başvurulacaktı.
Demiryolu grevi tüm militan yapısına ve birçok eyalete sıçramasına rağmen güçlü örgütlülüğe sahip olmadığı ve işçiler uzun süre direnemedikleri için çöktü. Grevin çökmesi işçi kitleleri arasında büyük bir moral bozukluğuna neden oldu ve işçi hareketi geçici olarak geri çekildi. Fakat çok geçmeden işçi kitleleri yeniden hareketlenecek, grevler durup durup yeniden başlayacak ve ülkeyi saracaktı. Sınıf mücadelesinin bu militan yapısı işçi örgütlerinin büyümesini de beraberinde getirdi. 1881’de Pittsburgh’da bir araya gelen işçi delegeleri, ABD ve Kanada Örgütlü Meslek Kuruluşları ve İşçi Sendikaları Federasyonu’nu (FOTLU) kurdular. FOTLU 1886’da Amerikan İşçi Federasyonu’na (AFL) dönüşecek ve Amerika’da en büyük sendika haline gelecekti. Esas dikkat çekici gelişme ise Emeğin Şövalyeleri’nin sıçramalı büyümesiydi.
Soylu ve Kutsal Emek Şövalyeleri Tarikatı 1869’da Philadelphia’da tekstil işçileri tarafından kuruldu. Örgüt ilk dönemler tamamen gizli örgütleniyor, örgüte girenler için mistik törenler düzenleniyor ve yemin ettiriliyordu. Engels, bu işçi örgütünü şöyle değerlendiriyordu: “Emeğin Şövalyeleri Amerikan işçi sınıfının bir bütün olarak yarattığı ilk ulusal örgüttür. Kökenleri, tarihleri, eksiklikleri, küçük saçmalıkları, programları ve temel yasaları ne olursa olsun… Amerikan işçi sınıfının bir ürünü olarak karşımızdalar”. Örgüt, diğerlerinden farklı olarak ulusal düzeyde, vasıfsız, siyah derili ve kadın işçileri de örgütlüyordu. Emeğin Şövalyeleri’nin 1878’de 10 bin üyesi vardı; lakin bu sayı 1885’de 110 bine ve sadece bir yıl sonra, 1886’da 700 bine sıçramıştı.
Ancak bu olumlu gelişmeler Amerikan sosyalist hareketinin ve onunla birlikte işçi hareketinin zaaflarını ortadan kaldırmıyordu. Amerikan işçi hareketi siyahlar ile beyazlar, Amerikalı “yerli” beyazlar ile Avrupa’dan ve diğer kıtalardan daha sonra gelen göçmenlerin bölünmüşlüğünün damgasını taşıyordu. Onlarca ulustan işçiler farklı diller konuşuyor ve farklı örgütlenmelere gidiyorlardı. İşçi hareketinin bu şekilde çeşitli ülkeler temelinde ve bununla birlikte siyahlar ile beyazlar olarak bölünmesi işçi sınıfını burjuvazi karşısında güçsüz düşürüyordu. İşçi hareketini kalıba dökecek ve yön tayin edecek bir siyasal önderliğin olmaması büyük eksiklikti. Sosyalist hareket küçük sektlere bölünmüştü ve örgütsel olduğu kadar teorik olarak da dağınık bir durumdaydı ve ne yapacağını bilmiyordu.
Sosyalist harekete damgasını basanlar esas olarak Avrupa’dan, özellikle Fransa ve Almanya’dan gelen göçmen devrimcilerdi. Sosyalistler Avrupa’daki devrimci akımları, fikir ayrılıklarını ve örgütsel bölünmüşlükleri de aynen kıtaya taşımışlardı. Enternasyonal’in Amerika’daki şubesi ve oradaki sosyalist partiler içinde Lasalcılık, anarşizm ve Marksizm sürekli çatışma halindeydi. Marx ve Engels, bu bölünmeye bir son verilmesi ve kitlelerle iç içe geçmiş, gelişen sınıf hareketine bir biçim ve yön verebilecek güçlü bir siyasal işçi partisinin yaratılması için büyük çaba gösteriyorlardı. Marx ve Engels 1877 grevini heyecanla karşılamışlardı. 25 Temmuz günü Engels’e yazdığı mektubunda Marx, grevin büyüklüğünün önemini vurguluyor ve grevin ciddi bir işçi partisinin kurulması yolunda bir başlangıç olabileceğine dikkat çekiyordu. Ama arzulanan ne yazık ki gerçekleşmedi.
I. Enternasyonal çöktükten sonra, Marx’ın ve Engels’in dava arkadaşları Friedrich Sorge ve Otto Weydemeyer’in temsil ettiği Marksistler ile anarşistler ve Lasalcılar 1876’da bir araya gelerek Sosyalist İşçi Partisini kurmuşlardı. Sosyalist İşçi Partisi ilk yıllarda gerek Amerikan gerekse Alman kökenli işçiler arasında coşkuyla karşılandı. Özellikle 1877’deki büyük grevde sanayi kenti Chicago’da küçümsenmeyecek bir güce ulaştı (Chicago parti liderlerinden biri de Albert Parsons’dı) ve Illinois eyaletindeki grevlerde ciddi bir rol oynadı. Ancak 1880’lere doğru sürtüşmeler ve bölünmelerden ötürü parti, işçi sınıfı içindeki gücünü koruyamadı. 1886’da Lasalcılar partiyi ele geçirdiler ve ileriki yıllarda parti, sosyalistlerin sendikalardan çıkmasını isteyen sekterlerin eline geçti. Böylece Amerikan işçi sınıfı, sınıf mücadelesinin alabildiğine sertleştiği 1886’ya siyasal bir önderlikten yoksun giriyordu.

1 Mayıs’ın doğuşu

İşçi sınıfını tek bayrak altında, tek hedef doğrultusunda yekvücut olarak birleştirecek, kapitalizme karşı mücadelede nişane olacak bir işçi bayramı günü arzusu oldukça eskidir. İşçi-emekçi kitleler o gün geldiğinde her yerde iş bırakarak gösteriler düzenleyip eğlenceler yapacaktı. Bu düşünceden hareketle Avustralya işçi sınıfı, 1856’da 8 saatlik işgünü talebini de içeren bir dizi istemle greve gitti. Avustralyalı işçiler mücadele günü olarak 21 Nisanı seçmişlerdi. Yıllar sonra, işçi bayramı istemine Amerikalı işçiler sahip çıktılar. 18 Mayıs 1882’de New York Merkezi İşçi Sendikası Eylülün ilk pazartesini Emek Günü olarak kabul etti. Gerçekten de o gün geldiğinde binlerce işçi sokaklara çıkmış, kendi istemlerini haykırmış ve eğlenceler düzenlemişlerdi. 1884’de toplanan FOTLU kongresi de Emek Gününü kutlama kararı alıyordu. Fakat kongre çok daha önemli bir karar alıyor ve esasında burjuvaziye ültimatom veriyordu. 1 Mayıs 1886’da genel greve gidilecek ve işçiler o günden sonra 8 saatten fazla çalışmayacaklardı. Temel slogan şuydu: sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse!
1886’ya gelindiğinde Amerika’da mücadele bir kez daha şiddetlenmiş ve grevler ülkeyi baştan aşağıya sarmaya başlamıştı. 1 Mayıs öncesinde tam 190 bin işçi grevdeydi. Militan mücadelenin başını, Amerikan işçi sınıfının kalbi konumundaki Chicago çekiyordu. 1886’da bir yazar Chicago’yu şöyle betimliyordu: kesif bir duman bulutu, yolların, demiryollarının, kanalların kesişmesi, hızla gidip gelen insanlarla dolu sokaklar, Kudretli Dolar'a adanmış bir abide. İşte işçi sınıfı bu dolar abidesini sarsmaya başlıyordu. 
Burjuvazi büyük bir kaygı ve korku içindeydi. Bir Amerikan Komünü’nün yolda olduğunu, korkunç ve sınır tanımayan komünizmin Amerika’nın üzerinde kol gezdiğini çığırıyordu burjuvazi. Ekim Devrimi 20. yüzyılda burjuvazi için neyi çağrıştırıyorsa, 19. yüzyılın son çeyreğinde Paris Komünü de burjuvaziye aynı şeyi çağrıştırıyordu: işçi devrimi! Burjuvazi meseleyi gerçekten de kavramış gözüküyordu. Eğer işçi hareketi tez zamanda ezilmezse Amerikan kapitalizmi işçilerin ayakları altında son bulacaktı. Bu nedenle tüm hazırlıklar işçi hareketini bastırmak üzere yapıldı. Askerler ve polisler silahlandırılmış ve gereken plan devreye sokulmuştu.
1 Mayıs sabahı birçok yerde ve özellikle sanayi kentlerinde işçiler iş bırakarak sokaklara çıktılar. Tüm tehditlere ve baskılara rağmen Chicago’da 80 bin, Amerika genelinde ise 350 bin işçi greve çıkmıştı. Burjuva gazeteleri o günü şöyle tasvir ediyorlardı: fabrika bacaları tütmüyor, öylece terk edilmişler, her şey Pazar sabahlarını andırıyor. Ve şöyle devam ediyorlardı: emek bir tür evrensel böcek tarafından sokuldu, çılgınca dans ediyor! Chicago’da bir devrimci ayaklanma bekleyen burjuvazi, polisi, Pinkertonlar denen paramiliter grupları ve askerleri harekete geçirmiş, keskin nişancılar yüksek binaların çatılarına yerleştirilmiş ve neredeyse tüm kent sarılmıştı. Lakin yığınlar bunlara aldırmadan, ellerinde pankartları ve kırmızı bayraklarıyla meydanlara ilerliyor, işçilerin ellerindeki kırmızı bayraklar mavi gök altında uçsuz bucaksız bir gelincik tarlası gibi dalgalanıyordu. İşçi-emekçi kitleler akşam saatlerine kadar meydanlarda kaldılar; konuşmalar yapıldı ve eğlenceler düzenlendi. Hemen hiçbir olay olmamıştı; ama burjuvazi pusudaydı.
3 Mayıs günü McCormick Harvester fabrikasının grevdeki 1400 işçisi grev kırıcıların üzerine yürüdü ve daha grevciler bozgunculara ulaşamadan polis ve Pinkertonlar işçilere saldırdı. Polis işçileri kamçılıyor ve doğrudan üzerlerine ateş açıyordu. Polis kurşunlarına hedef olan altı işçi öldü ve onlarcası da yaralandı. Sanki ölenler işçiler değilmiş, sanki polis işçilere saldırmamış gibi, burjuva gazeteleri büyük bir yaygara kopardılar ve işçi önderlerini doğrudan hedef gösterdiler. Herald Tribune, kendi uydurduğu yalanları kışkırtıcı bir dille, işçi önderi August Spies’ın ağzındanmış gibi haber yapıyordu: silahlanın ve grev kırıcıları fabrikadan çıkartın! Chicago işçi önderleri, katliamı protesto etmek ve 8 saatlik işgünü mücadelesini ivmelendirmek için 4 Mayısta, Haymarket meydanında bir miting yapma kararı aldılar. Konuşmacılar Albert Parsons, August Spies ve Samuel Fielden’dı. Konuşmalar yapılmış ve miting dağılmıştı ki, polis işçilerin etrafını sarmaya başladı ve o anda meydana bomba atıldı. Polis korkunç bir saldırı başlattı; “copçu” lakabıyla ünlü emniyet müdürü John Bonfield saldırıları bizzat yönetiyor ve polis işçilerin üzerine kurşun yağdırıyordu. Rasgele açılan ateş sonucu, kurşunların hedefi olan 6 polis ve 10 işçi öldü ve yüzlerce işçi de yaralandı.
Belirli bir planın parçası olarak kentte isyan alarmı verildi; o ana kadar ortalıkta gözükmeyen askerler sirenler çalıyor ve zırhlı araçlar kentin içlerine doğru ilerliyordu. Tüm kent birdenbire asker ve polis tarafından adeta işgal edilmişti. Böylece burjuvazi Chicago’yu komünizmin elinden kurtarıyordu! Burjuva gazeteler şu tür yalan haberlerle yangını körüklüyordu: Belediye Sarayı dinamitlendi! Chicago’nun yarısı alevler içinde! Washington’daki hükümeti yıkma planları ele geçirildi! Kızıllar ülkeyi yakıp yıkıyorlar! Bu çığırtkanlığı başka korkunç yalanlar da izledi. Polis ardı ardına cephanelikler ele geçirdiğini açıklıyor ve sözümona kızıl komploları bertaraf ediyordu. 
Chicago’da karşı-devrim başkaldırmıştı. Sendikalar, partiler, sosyal kulüpler basıldı, sosyalist gazeteler kapatıldı ve makineler tahrip edildi. İşçi kitleleri üzerinde çok yönlü bir terör estiriliyor ve onlarca öncü devrimci işçi tutuklanıyordu. Tutuklananlar arasında Albert Parsons ve August Spies da vardı. Burjuvazi işçi hareketini ezmek ve yükselmekte olan devrimci dalgayı kesintiye uğratmak için işçi önderlerini katletmeye karar vermişti. Daha 1 Mayıs günü önde gelen bir burjuva gazetesi The Mail, Parsons ve Spies hakkında şunları yazıyordu: “Bugün gözleriniz onların üzerinde olsun. Gözden kaçırmayın onları. Eğer herhangi bir olay çıkarsa onları kişisel olarak sorumlu tutun. Eğer bir olay çıkarsa, onları bir örnek haline getirin.” Bu gazetede yazılanlar tastamam hayata geçirildi. Yargılama sonucunda yedi işçi önderi, Albert Parsons, August Spies, Louis Lingg, Michael Schwab, George Engel, Samuel Fielden, Adolph Fischer Haymarket’e bomba attıkları suçlamasıyla idama mahkûm edildiler. Oscar Neebe’ye ise 15 yıl ağır hapis cezası verildi. Sonraki aylarda Michael Schwab ve Samuel Fielden’ın cezası müebbete çevrildi ve diğer işçi önderleri 11 Kasım 1887’de idam edildiler.
Yargılama uydurma ve düzmeceden başka bir şey değildi. İleri sürülen delillerin hiçbir tutarlılığı yoktu ve tümü de hemen çürütülmüştü. Mahkeme heyeti büyük patronların yakın dostlarıydı ve taraf olduklarını açıkça ortaya koymuşlardı. Jüri üyelerinin çoğu burjuva sınıfının üyesiydi ve sosyalizmden nefret ettiklerini açıkladıkları için jüriye kabul edilmişlerdi. İdam kararını veren yargıç Gary, 1893’te bir dergiye yazdığı yazıda davayı şöyle değerlendiriyordu: “Verilen idam kararı sanıkların olaya bizzat katılmaları sebebine dayanılarak verilmemiştir.” Burjuvazi yükselen sınıf hareketini durdurmak için açıktan iç savaş başlatmaktan geri durmamıştı. Sınıf savaşımı yükselip de kapitalist düzen tehlikeye girince sözümona hukukun üstünlüğü ilkesi ve o “yüce” burjuva demokrasisi fırlatılıp atılmıştı.  
August Spies mahkeme salonunda şöyle haykırıyordu: “Eğer bizi asarak tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız, eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada burada veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükselecek. Bu gizli bir ateştir. Bunu asla söndüremezsiniz”. Gerçekten de burjuvazi bu gizli ateşi söndüremedi. Amerikan işçi sınıfının çaktığı kıvılcım, o gizli ateşi açığa çıkardı ve dünyanın her köşesinde büyük bir yangına dönüştürdü. 1889’da II. Enternasyonal 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü, uluslararası gösteri günü olarak kabul etti.
1890’da başta Amerikan kentleri olmak üzere Londra, Paris, Madrid, Barselona, Valencia, Seville, Lizbon, Kopenhag, Brüksel, Budapeşte, Berlin, Prag, Turin, Cenevre, Lugarno, Varşova, Viyana, Marseille, Reims, Amsterdam, Stockholm, Helsinki gibi büyük şehirlerde ve Küba, Peru ve Şili’de işçiler meydanlara çıktılar. Engels 1 Mayıs 1890’da şunları yazıyordu: “Bugün ben bu satırları yazarken, Avrupa ve Amerika proletaryası ilk kez tek bir ordu halinde, tek bir bayrak altında ve tek bir acil hedef uğrunda, yani… sekiz saatlik işgününün yasal olarak tanınması uğrunda seferber olmuş, savaş güçlerini denetliyor. Günümüzün soluk kesici görünümü, bütün ülkelerin işçilerinin bugün gerçekten birleşmiş olduklarını bütün ülkelerin
kapitalistlerine ve toprak sahiplerine gösterecektir. Keşke Marx şimdi yanımda olsaydı da, bunu kendi gözleriyle görebilseydi!”
1 Mayıs işçi sınıfının sınıfsız bir toplum kurma mücadelesinin bir nişanesidir. 1 Mayıs günü dünyanın dört bir köşesinde işçi kitleleri iş bırakıp meydanlara çıkarlar. Bir anlamıyla 1 Mayıs, sosyalizm ile kapitalizmin karşı karşıya gelmesi, sınıfların birbirlerine güçlerini göstermesidir. Yani 1 Mayıs işçi sınıfının gücünü ölçen bir barometredir. Bu bakımdan ve diğer bakımlardan 1 Mayıs günü işçi kitlelerinin iş bırakıp meydanlara akması muazzam bir önem taşıyor. Bu 1 Mayıs’ta da işçi kitleleri birlik, mücadele ve dayanışma için tüm dünyada meydanları dolduracaklar. Bir kez daha işçi kitleleri 1886’da yakılan ateşi büyütmeye çalışacaklar. Ta ki kapitalizmi tamamen yakana dek!

Etiketler

Copyright © TARİHİN TOZLU SAYFALARI | Powered by Blogger

Design by Anders Noren | Blogger Theme by NewBloggerThemes.com